15 Temmuz Darbesi

Eklenme Tarihi : 29.02.2020 | Okunma Sayısı : 4230

             Sayın okuyucular, sitemde yayınladığım “Suç Duyurusu” başlıklı yazımda; ‘kamuoyunda Kontrgerilla, Derin Devlet ve Gladio kod adları ile anılan çete tasfiye dilmeden, Türkiye’de; kadın ticareti, uyuşturucu ticareti, hırsızlık faaliyeti, faili meçhul cinayetler, terör ve darbe faaliyetlerinin devam edeceğini vurgulamıştım.

             Çün ki; Türkiye’de yaşanan bu “çete faaliyetleri” Kontrgerilla denilen örgütün “anayasası” sayılan ST 31-15 Nizamnamesi’nde yazılı suçların uygulanmasından ibaret. Bu “örgüt” tasfiye edilmeden, bu “Lağım Çukuru” kurutulmadan bu suçları önleyebilme imkanı yoktur. Aksi çabalar havanda su dövmekten ibarettir.

             Aynı yazımda bir şeye daha dikkat çekmiştim; “Ergenokon Operasyonları’nın perde arkasında, Gladio’nun önemli iki merkezi olan Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Daireleri’nin parmağı olduğunu,  ‘parelel yapı’ operasyonları yapılırken ordu içindeki bu unsurlara dokunulmadığını belirtmiş, ‘eşeğin büyüğü ahırda’” atasözünü hatırlatmıştım.

         15 Temmuz Darbesi ile bu öngörülerim bir daha kanıtlandı, haklılığım ortaya çıktı. 15 Temmuz Darbesi sonrasında; ordu içinde ortaya çıkan “çete yapılanma”sının benim öngörümden de büyük olduğu ortaya çıktı. 168’i general olmak üzere 7 bin 500 asker, darbeci ve FETÖ’cü olduğu gerekçesi ile tutuklandı veya ordudan atıldı. Adeta koskoca Türk ordusu çöktü. Bu manzara aynı zamanda bu ordunun bir “utanç tablosu” ve “yüz karası.

          Emniyet’te ordudan farklı değil; 10 bin 750 polis FETÖ’cü olduğu gerekçesi ile tutuklandı veya meslekten atıldı. Bir ülkenin bel kemiğini teşkil eden güvenlik güçlerinin bir kesimi “çeteleşmiş”, bundan devletin haberi yoktur. Ben, bu gerçekleri 1988 yılından bu yana yazıp-çiziyorum. Tehlikeye dikkat çekmeye çalışıyorum, fakat siyasilerin kulağı duymuyor. Hiçbir hükumet bu olayları soruşturmaya yanaşmıyor. Onlar günlük siyasi çıkar peşindeler. Düşünebiliyor musunuz; 21.Yüzyıl Türkiyesi’nde koskoca Emniyet ve Ordu’nun yarısı “çeteleşmiş,”  İsrail ve ABD Yahudilerine hizmet sunar bir konuma gelmiş. Hükumetler bu manzarayı sadece seyrediyorlar. Yalçın Küçük, “İsrail, Türkiye’de İsrail’den daha güçlüdür” derken haksız mı?

              Bir daha dikkat çekiyorum; 15 Temmuz Darbesi’nden  sonra da yine, perdenin arkasındaki Gladio’culara dokunulmuyor. Onlar konumlarını korumaya devam ediyorlar. “Derin Devlet” denilen “Çete” tasfiye edilmeden, konumlarını korumaya ve görevlerini yapmaya devam edecekler.

             27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve 15 Temmuz 2016 Darbeleri’nin canlı tanığıyım. Bir de 27 Nisan E Muhtırası var.Yarım porsiyon mu, çeyrek porsiyon mu desem, bunu da bir darbe sayıyorum.

             Bu darbelerden sadece 12 Eylül 1980 darbesini alkışladım. Çünki Türk halkı Sağcı-Solcu, Alevi-Sünni diye kamplara bölünmüş, ülkede oluk oluk kan akıyordu. Terör örgütleri her ilde, ilçede, köyde ve mahallede cirit atıyordu. Darbe olunca bu kan durmuştu. O günlerde gözlerim kapalı imiş. Bu kanlı seneryoyu darbecilerin organize ettiğini yıllar sonra anladım.

             1988 yılında Ankara/Batıkent’te; Albay Tandoğan Koparal, babası Şükrü Koparal, Şükrü Gürses, Gürses’in oğulları, damadı Bayram Tekeli, iş ortakları Yunus Erin ve Yunus’un kayın pederinin kadın ticareti, uyuşturucu ticareti ve hırsızlık faaliyetleri yürüttüklerini tesbit ettim. Daha sonra Şükrü Gürses’in bir oğlu ve Yunus Erin’i Muğla/Milas’a gönderdiler, aynı yasadışı faaliyetleri orada da yürütmeye başladılar.

              Selanik’ten ve Rusya’dan birer “bohça” ile kaçıp, Türkiye’ye yerleşen bu iki “Mühacir” aile, bu milletin kanını emerek milyarlar ile oynuyorlardı.  

              Selanik’ten kaçıp gelip, Nevşehir’e yerleşen Koparal Ailesi ile, Rusya’dan kaçıp, “Kars”a yerleşen  93 Muhacirleri’nden, Hürriyet gazetesinden emekli “Karslı” Gürses Ailesinin “çete ortaklığı” dikkatimi çekmişti. Bu iki Yahudi asıllı Sabetayist Tarikatı mensubu  aileyi aynı çetede ve ortak bir noktada buluşturan “yapı” nedir diye araştırmaya başlamıştım.

             Koparal Ailesi’nin ve Gürses Ailesi’nin “karanlık bağlantı izlerini” incelerken, takip ettiğim “iz” beni Genelkurmay Karargahı’na ve Jandarma Genel Komutanlığı’na götürdü. Bu “Karargahlar’daki bazı isimlere de mercek tutunca; Sağ- Sol, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, Laik-Antilaik çatışmalarını da, terör ve terör örgütlerini de, fuhuş ve uyuşturucu faaliyetlerini de, silah kaçakçılığını da, faili meçhul cinayetleri de, darbeleri de, hırsızlık olaylarını da “aynı yapının, aynı ırkın” mensubu omuzu kalabalık bazı paşaların organize ettiğini öğrendim.  Durum vahim ve korkunçtu. Bu suçlar; Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı “Karargahları”nda görevli bazı istihbaratçılar tarafından yönetiliyordu. Hani, Mason Süleyman Demirel’in ilginç bir sözü vardı ya; “Derin Devlet demek asker demektir.” Diyordu. Tam da öyleydi. Önlerinde saygı ile eğildiğimiz, Şerefli Türk Askeri diye saygı duyduğumuz; Omuzu kalabalık bazı paşalar gırtlaklarına kadar pisliğin içinde yüzüyorlar. Bu utanç verici manzara karşısında şaşırmamak imkansızdı.

           Bu “Lağım Çukuru”nun içinde yüzen ve bu “Çukur” dan 100 adet daire sahibi olacak kadar servet kazanan Albay Tandoğan Koparal, Kara Kuvvetleri Komutanlığı personeli idi ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı lojmanlarında oturuyordu. Tandoğan Koparal’ı şikayet etmek için, Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarının odasına bir dilekçe ile girdiğimde, Müsteşar bana şöyle dedi; “Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay’ın ‘Özel Kalem Müdürlüğü’nü yapıyor. Genelkurmay, ihtiyaçları bize bildiriyor, biz de Bakanlık olarak bunu yerine getiriyoruz, ordunun ihtiyaçlarını temin ediyoruz. Bunun dışında Milli Savunma Bakanlığı’nın bu olayları soruşturacak, o subaylar hakkında işlem yapacak ne gücü  var, ne de yetkisi var. Bu nedenle Albay Tandoğan Koparal hakkında şikayetini Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na yap.” Yine şaşırmıştım. Bu sefer aynı dilekçeyi Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na verdim.

           Bir süre sonra, bu dilekçenin akibetini öğrenmek için; Kara Kuvvetleri Komutanlığı Karargahı’na gittiğimde ilgililer; Bana; “Tandoğan Koparal Genelkurmay Başkanı’na  bağlı olarak ‘özel bir statüde’ çalışıyor, biz O’nun yaptıklarını sorgulayamayız, O’nun yaptıklarından sadece Genelkurmay Başkanı sorumludur, bu nedenle dilekçeni Genelkurmay Karargahı’na gönderdik.” Dediler. Bu cevap da Müsteşarın cevabı kadar ilginçti ve göz açıcıydı. Böylece Tandoğan Koparal’ın “arkasındaki güç”, belli olmuştu. Askeri statüye göre; Genelkurmay İstihbarat ve Özel Kuvvetler Komutanlıkları  Genelkurmay İkinci Başkanları’na bağlı olarak çalışıyorlar. Emirleri Genelkurmay Başkanı ve İkinci Başkan’dan alıyorlar.

           Peki, Genelkurmay’a gönderilen dilekçem hakkında bir işlem yapıldı mı? Hayır.

           Milli Savunma Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanı Albay Belgütay Varımlı da “Lağım Çukuru faresi” Albay Tandoğan Koparal’ın  “Derin Devlet Lağım Çukuru”ndan kazandığı daire sayısını 52 adet olarak tesbit etmişti. Belli ki, bu “Lağım Çukuru”dan sadece Tandoğan Koparal nemalanmıyor, O’nu koruyanlar da nemalanıyordu. Belgütay Varımlı’nın tesbitlerini, Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek, “günlükleri”nde şöyle yazıyordu:

          “ …Albay Belgütay Varımlı emir subayımı arayarak, benimle özel bir konu görüşmek istediğini söyledi. Öğleden sonra kendisini kabul ettim. Belgütay daha önce benim yanımda çalışmış bir deniz piyade subayı. Belgütay devamlı olarak TSK’da birçok yerde hırsızlık yapıldığını, bir generalin yurt dışında 50 milyon doları olduğunu, bir Albayın 52 dairesi bulunduğunu, bunların hepsinin belgesinin kendisinde olduğunu tekrarladı durdu. Ayrıca Erdal Şener’inde kasasında olan 535 bin dolar devlet özel ödeneği ile Zirvekent’te kendisine iki daire aldığını belirtti. Bütün bunları Genelkurmay Başkanı (Yazarın notu; bu Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök idi.) biliyormuş. Ama işlem yapmıyormuş…”

           Bu hırsızlık ve yolsuzlukları tesbit eden Belgütay Varımlı, “Ergenokon Operasyonları” sırasında, İstanbul’da evinin balkonundan atılarak öldürüldü, olaya intihar süsü verildi. Dosya kapatıldı.

           Peki, bu nasıl bir Genelkurmay Karargahı idi ki, Genelkurmay Başkanları ve İkinci Başkanları bu yolsuzluk ve hırsızlıklara müdahale etmiyorlardı. Bunu Türk halkının vijdanına bırakıyorum. Bütün bu olayları bağlantıları ile bir bütün olarak değerlendirdiğiniz de; Türkiye’de yaşanan bunca acı, ızdırap ve sancının kaynağının “Genelkurmay Karargahı”na yerleşmiş bir darbeci çetenin organize ettiğini ve  bu düzeni de Darbeler ile kurduklarını ve  koruduklarını kolayca görebiliyorsunuz. Eğip-bükmeye gerek yoktur.   

           İşte bu gerçekler gözümü açtı, beni bilinçlendirdi, 12 Eylül sabahı, görev yaptığım köy okulunun bahçesinde, 12 Eylül Darbecileri’ni alkışladığım için kendimden utanç duydum. Bu gerçekleri öğrendikten sonra,  Darbecilerin yüzlerine tükürmeye, sülalelerine lanet okumaya başladım.

           Şükrü Koparal, Şükrü Gürses ile birlikte Batıkent’te kadın satarak, uyuşturucu satarak, hırsızlık yaparak kazandıkları 100 adet dairenin “sermayesi”ni toplarken, oğlu Albay Tandoğan Koparal’da Milli Savunma Bakanlığı, İnşaat – Emlak Bölümü’nde, “Teknik Hizmetler” Birimi’nin başında saygın subay rolünde görev yapıyordu. Bu “Teknik Birim” Genelkurmay İstihbarat Dairesi’ne bağlı önemli bir Kontrgerilla yapılanması idi. Genelkurmay İstihbaratının çeşitli Komutanlıklarda “özel yapısı” mevcuttu. Milli Savunma Bakanlığı-İnşaat- Emlak Bölümü, aynı zamanda hırsızlık ve yolsuzlukların da yoğun olarak yaşandığı önemli bir “ birim” olarak da tanımlanıyordu. Çünki, Ordu’nun inşaat ve emlak işleri, İnşaat-Emlak Bölümü”nün kontrolunda yürütülüyordu ve burada milyarlar dönüyordu.

             Uğur Mumcu’nun ve Ahmet Taner Kışlalı’nın araçlarında patlatılan C-4 Plastik patlayıcının, “saygın subay” Albay Tandoğan Koparal tarafından Milli Savunma Bakanlığı, İnşaat-Emlak Bölümü’nden temin edildiği ve araçlara da “Teknik Hizmetler Birimi” elemanlarınca yerleştirildiği iddia ediliyordu. Bu “Birim”de çalışanlar “bomba uzmanı” idiler.

             Mumcu’nun aracına bombanın yerleştirildiği gece saatlerinde bölgenin elektirikleri kesildiği için bomba, araca Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne ait araçların “far ışıkları” sayesinde yerleştirilmişti. Uğur Mumcu ile aynı apartmanda oturan, o tarihlerdeki Doğru Yol Partisi il Başkanı Yunus Ertekin o gece saat iki sularında evine gelirken, üç aracın gözcülük yaptığını ve farları ile bölgeyi aydınlattıklarını bütün ifadelerinde beyan ediyordu.Gece yerleştirilen bombayı, sabahleyin, Albay Tandoğan Koparal’ın “Teknik Hizmetler” Birim’i elemanlarından İbrahim Öncül’ün “uzaktan kumanda”ile patlattığı iddia ediliyordu. Ömer Çiftçi’yi kullanarak, Uğur Mumcu’nun dışarı çıkacağı saati öğrenen İbrahim Öncül; arabasını yıkamak bahanesi ile, Uğur Mumcu’dan önce bahçeye çıkmış, arabasını yıkarken, Uğur Mumcu’da bahçeye çıkmış,arabasına bineceği dakikalarda bomba patlatılmıştı.  “Erzurumlu” İbrahim Öncül, Tandoğan Koparal’ın “Birimi”nde elektirik mühendisi olarak çalıştığını anlatıyordu. FETÖ ortaya saçıldıktan sonra, Erzurum’lu İbrahim Öncül, hemşehrisi Fethullah Gülen’in “Müritleri”nden olabilir mi diye düşünmeye başladım.

            Uğur Mumcu’nun öldürülmesi aşamasında; Jandarma Genel Komutanlığı’ndan TuğgeneralYaşar Ilık’ın da Albay Tandoğan Koparal ile işbirliği yaptığı ve Uğur Mumcu cinayeti “organizasyonu”nda görev aldığı iddia ediliyordu. TuğgeneralYaşar Ilık, çetenin Jandarma cephesinde önemli bir isim idi. Araştırmalarımda sık sık karşıma çıkıyordu.

            Öldürülen bu Atatürkçü ve Laik aydınların “ölüm emri” Genelkurmay Karargahı’ndan veriliyor ve Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Daireleri tarafından da “organize” edilerek öldürülüyorlardı. Bu aydınların cenaze törenlerine ise; askerler, Genelkurmay’ın yayınladığı “özel emirle” katılıyorlar ve Ankara caddelerinde,  “Türkiye Laiktir ve laik kalacaktır” sloganları atarak yürüyorlardı…Uğur Mumcu’nun öldürülmesi sonrasında gazeteciler Necmettin Erbakan’a; “Hocam, Uğur Mumcu’yu kim öldürmüş olabilir”? Diye sorduklarında; Erbakan, “Ankara sokaklarında postal sesiyle yürüyenlere dikkat edin” diyerek, anlamlı bir cevap vermişti.

               “Susurluk Operasyonu”ndan sonra, Abdullah Çatlı’nın telefon kayıtlarında Veli Küçük’ün ismine de ulaşılmış, Veli Küçük’ün defalarca Çatlı ile telefon görüşmesi yaptığı tesbit edilmişti. Bunun üzerine, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı Aykut Cengiz Engin, Veli Küçük hakkında Genelkurmay Başkanlığı’na suç duyurusunda bulunmuştu. Bu suç duyurusu üzerine Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman, Jandarma Genel Komutanlığı’nda, Tümgeneral Turhan Bedirhan, Tümgeneral Cahit Balcı ve Tuğgenral Yaşar Ilık’tan oluşan, “Veli Küçük’ü aklama komisyonu” kurmuş, bu “Komisyon’un Raporu” ile de Veli Küçük aklanmıştı. Bu komisyonda görevlendirilen Yaşar Ilık, önemli bir isimdi.

              Ankara Emniyet Müdürü Ramazan Er ile görüşmemden sonra, Ramazan Er, yardımcısı Egemen Tanrıverdiler’e talimat vererek; “Çetenin üzerine gitmesini; Sivas-Ankara/Batıkent-İstanbul hattında bir operarasyon yapılmasını emretmişti. Bu operasyon başlayacağı sırada, aynı Tuğgeneral Yaşar Ilık, Tandoğan Koparal’ın talimatı ile, Ramazan Er ile görüşerek, bu operasyonu önlemişti. Kimdi bu Yaşar Ilık? O günden sonra Yaşar Ilık ismi dikkatimi çekmeye başlamıştı.

               Gelelim, Uğur Mumcu’nun aracına bomba yerleştirilirken, bölgenin elektiriklerinin kesilmesi meselesine.Önemli olaylarda; olay anında, olay mahallinin elektriklerini kesmek, “karanlık çete”nin, karanlıktan yararlanma taktiği idi.

                Sivas Garanti bankasını soydukları gece de yine banka şubesinin bulunduğu Sivas Atatürk Caddesi’nin elektriklerini kesmişlerdi.

                Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ı öldürdükleri gece de, Sezai Karakoç Caddesi’nin elektiriklerini kesmişlerdi.

               Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı’nın araçlarında patlatılan  C-4 plastik patlayıcılar, Amerikan malı ve Türk Silahlı Kuvvetleri envanterine kayıtlı idi. Bu patlayıcılar, Ordunun yol ve köprü gibi inşaat işlerinde kullanılıyordu.

            Bahriye Üçok’a “İlmi Araştırma Vakfı” adına gönderilen kitabın sayfaları arasına yerleştirilen C-4 plastik patlayıcı da aynı seriden idi ve aynı “Milli Savunma Bakanlığı-İnşaat Emlak Bölümü’nden temin edilmişti. Ankara’da Milli Savunma Bakanlığı İnşaat-Emlak Bölümü’nden çıkarılan bu C-4 plastik patlayıcının, İstanbul’da MİT’in “organizesi” ile  kargoya verildiği iddia ediliyordu.

              MİT şoförü Kemal Tunçsel, Bahriye Üçok’a gönderilen paketi kargoya verdikten 4 gün sonra, İstanbul’da Gladio’nun “taşeron örgütleri”nden “TİKKO imzası” atılarak öldürüldü. Aceba, paketi teslim alan Kargocu kız Gülay Calap, polisteki ilk ifadesinde; Kemal Tunçsel ismini polise vermiş miydi? Kemal Tunçsel bu nedenle mi öldürülmüştü? Gülay Calap ilk polis ifadesinden sonra salıverildi. Neden? Salıverilen Calap, ortalıktan kayboldu, ortalık soğuduktan sonra 1994 yılında İzmir’de yakalandı, tutuklandı.  Cezaevinden çıktıktan sonra, -tıpkı 1972 yılında Özel Harp Dairesi’nin düzenlediği “Kızıldere Operasyonu’ndan, sağ olarak kurtulan Ertuğrul Kürkçü gibi-siyasete atıldı ve DPT Eş Başkan Yardımcısı oldu.

              Bahriye Üçok’a gönderilen paketi teslim alan Ekspres Kargo çalışanı Gülay Calap’ın, Uğur Mumcu’nun ağabeyi Ceyhan Mumcu aleyhine Ankara 25. Asliye Mahkemesi’nde  açtığı hakaret davasında, Gülay Calap’ın avukatlığını yürüten Filiz Kalaycı’nın, Ceyhan Mumcu’ya; “Müvekkilimden öğrendiğime göre, paketi kargoya getiren kişi MİT Başkanı Teoman Koman’ın şoförü Kemal Tunçsel imiş” dediği iddia edildi. Teoman Koman’da MİT Başkanlığı yaptığı dönemde, MİT’te düzenlediği “basını bigilendirme” toplantısında gazetecilere; “Bahriye Hanım’a bombalı paketi nasıl açacağı konusunda bilgi vermiştik” diyerek, ilginç bir itirafta bulunmuştu.

             Uğur Mumcu cinayetinde; İbrahim Öncül ve Ömer Çiftçi iki önemli kilit isimdi.

Uğur Mumcu’yu öldürenler, yine; “Karslı” Ayhan Aydın’ı “yalancı tanık” olarak piyasaya sürdüler. Güya Ayhan Aydın; Uğur Mumcu’nun aracına İslami Hareket örgütü üyelerinin bombayı gündüz yerleştirdiklerini” görmüştü. Bu ifadeler tamamen yalan ve düzmece idi.

             Ayhan Aydın’ın “yalanları” da tutmayınca,  Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerini, “hayali” Selam-Tevhid Örgütü üzerine yıkmak için, “sahte” Umut Operasyonu düzenlendi. Bu operasyonu Recai Birgün ile birlikte bazı FETÖ’cü polisler yapmıştı. Recai Birgün’ün arkadaşları bu FETÖ’cü polisler kimdi? Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü günlerde, Recai Birgün’ün, Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’ndeki görevi neydi? Zira, bazı kaynaklar; Uğur Mumcu cinayetinde, Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nde görevli bazı polislerin de görev aldığını iddia ediyorlardı.

            “Sahte” Umut Operasyonu’ndan 12 yıl sonra, “hayali” Selam-Tevhid Örgütü Türkiye’nin gündemine bir daha oturdu. FETÖ’cü polislerden; Yurt Atayün, Ömer Köse ve Ali Fuat Yılmazer… gibi polislerin; “İsrail haber alma örgütü MOSSAD’dan gelen bir ihbar üzerine, 2012 yılından 2014 yılına kadar; Başbakan Recep Tayip Erdoğan ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan başta olmak üzere üç bin Devlet yetkilisi, siyasetçi, gazeteci ve sivil vatandaşların telefonlarını ‘Selam-Tevhid Örgütü’ üzerinden dinlemeye aldıkları ortaya çıktı.

             “Ergenokon Operasyonları” sırasında ve Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Hareket Daire Başkanı Behçet Oktay’ın öldürülmesi “organizasyonu”nda, Recai Birgün ismi yine gündeme oturdu. Bu dönemde Recai Birgün, “Ecevit’in koruma müdürü ve İzmir milletvekili” gibi yeni bir sıfatla anılıyordu. “Sahte” Umut Operasyonu”ndan 9 yıl sonra, Emniyet Genel Müdürlüğü-Özel Hareket Daire Başkanı Behçet Oktay cinayeti ile adı bir daha gündeme oturan, Ecevit’in “koruma müdürü” Recai Birgün’ün bu FETÖ’cü polisler ile ilişkisi nereden kaynaklanıyordu? Recai Birgün, Gladio’nun neresindeydi?

             Şimdi soralım; FETÖ’yü tasfiye etmeye çalışan, 15 Temmuz Darbesi’nin arkasında kimler var diyen, Ak Parti hükumeti bu dosyaları neden açmak istemiyor? 15 Temmuz Darbesi’ni soruşturan savcılar bu dosyalara neden dokunmuyor?

             Sivas Garanti Bankası soygun dosyasını soruşturan hakim Nurullah Aydın; bir eli Genelkurmay İstihbaratı içinde, bir eli Jandarma Genel Komutanlığı İstihbaratı içinde, bir eli MİT içinde, bir eli Emniyet içinde olan, işte böyle “karanlık bir adam” olan Albay Tandoğan Koparal ismine ulaşınca, “İslamcı-Milliyetçi maskeli” Adalet Bakanı Mahmut Oltan Sungurlu tarafından Sivas’tan “sürgün” edilmişti. Gümüşhaneli Oltan Sungurlu ile hemşehrisi Recai Birgün arasında da bir bağlantı var mıydı? Hangi paşalar devreye girmiş de, Oltan Sungurlu, hakim Nurullah Aydın’ı sürgün ederek, Sivas’taki “çete soruşturmasını” engellemişti? ANAP iktidarlarının Adalet ve Milli Savunma Bakanı olan Oltan Sungurlu “Derin Devlet”in neresindeydi?

              FETÖ’den bir grup “Cemaat Ağabeyleri” tarafından yapılan basın açıklamasında ise; “FETÖ’nün bölge ve semt imamlarının Oltan Sungurlu’nun Adalet Bakanlığı döneminde ‘yapılan antlaşmalar’ sonucu yargıya girmeye başladığı” belirtiliyordu. Bu “itiraf” çok önemliydi.

              Dağdaki terör örgütlerinden, şehirlerdeki canlı bombalara kadar, genelevler ve randevu evlerinde pazarlanan kadınlardan, silah ve uyuşturucu kaçakçılarına kadar, faili meçhul cinayetlerden, toplumsal olaylara kadar… ne kadar kirli iş varsa, bu alçakların kontrolunda yürütülüyor. Gladio’cular adeta “lağım çukuru”nun içinde yüzüyorlar. Ordu-Emniyet-MİT içindeki Gladio unsurları işbirliği halinde çalışıyorlar. Bu birimlerin kontırolundaki “sivil unsurlar” da aynı kirli işlerde kullanılıyorlar. Özellikle Emniyet içindeki Terörle Mücadele Şubeleri, “Özel Harp” kurallarına göre yapılandırılmış ve askeri istihbarata bağlı olarak çalışıyorlar. Terörle Mücadele değil, terörü organize eden Yahudi asıllı Kontrgerillacılarla donatılmış.

               İşin en acı tarafı ise; bu konularda vermiş olduğum “çete dilekçelerim” Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı karargahlarında kapatılıyor, bu çeteci askerler hakkında  hiçbir işlem yapılmıyordu. TBMM Başkanlığı’na, Adalet ve İçişleri Bakanlıkları’na, savcılıklara vermiş olduğum dilekçeler üzerine, Jandarma Genel Komutanlığı ve Genelkurmay Karargahları’ndan “bilgi istendiğinde”; “böyle bir örgüt yoktur, Salman Yüksel yalan söylüyor, delidir” diyerek cevaplar veriyorlardı. Çünki bu faaliyetler, bu “Karargahlar”ın bilgisi ve kontrolu dahilinde yürütülüyordu.

              15 Temmuz Darbesi’nden sonra, ortaya saçılan FETÖ yapılanmasına dikkat edin. Sızmadıkları birim, yapmadıkları kirli iş yoktur. Adeta bir “Örümcek ağı” gibi devleti sarmışlar. Çünki FETÖ, bizzat askerler tarafından Özel Harp kurallarına göre yapılandırılmış, bir “Özel Harp Örgütü.” FETÖ’yü, Özel Harp yapılanmasından, Gladio yapılanmasından, Derin Devlet yapılandırmasından ayrı değerlendiremezsiniz. FETÖ bu yapının “İslami maskeli “Sabetayist Tarikat” kolu.Tarikatlara mercek tutarsanız, Tarikat Yapılanmaları’ndaki “İslami maskeli” Sabetayistlerin rolünü kolayca görebilirsiniz.

              Türkiye’deki Gladio yapılanmasını ve Sabatayist yapılanmayı mercek altına almadan, bu iki bilmeceyi çözmeden FETÖ’yü tasfiye edemezsiniz. Kimse kendini kandırmasın.

             Ankara/Batıkent ve Sivas adeta benim için bir okul olmuştu. Kadınların, kızların ve gencecik insanların; tecavüz edilerek, uyuşturucu verilerek, çeşitli ilaçlarla dengeleri bozularak, fuhuş, uyuşturucu ve terör bataklığına nasıl çekildiklerine, nasıl “robot” haline, nasıl “canlı bomba” haline dönüştürülerek, kullanıldıklarına tanık olmuştum. “Terörle karamanca mücadele ediyoruz” diyerek, kahramanlık pozlarına bürünenlerin, milleti kandıranların, yalan söyleyenlerin  o terör örgütlerini nasıl kurduklarına ve nasıl kullandıklarına tanık olmuştum. Öyle “alçakça”, “namussuzca”  tezgahlara tanık olmuştum ki, insanlığımdan utanır olmuştum. Bu faaliyetler dağ başında değil,  “Şehir Merkezlerinde” yürütülüyor. Bunca yaşananlara rağmen hiçbir hükumet de bu yaşananlara engel olamıyor. Halen bu faaliyetler 2017 Türkiyesi’nde de devam ediyor.

            Nitekim, Ergenokon Operasyonları ve 15 Temmuz Darbesi sonrası, Genelkurmay Karargahı toplumda adeta bir “Suç Merkezi” olarak algılanır olmuştu. Bu manzarayı iyi okuyan Mason ve Yahudi asıllı olduğu iddia edilen “E Muhtıra” sahibi eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, yapmış olduğu bir basın toplantısında; “Genelkurmay Karargahı suç merkezi değildir” demek zorunda kalmıştı.

            1988 yılında Ankara/Batıkent’te bu “alçakların” ipliğini pazara çıkardım. Devletin bütün makamlarına yüzlerce dilekçe verdim, iki kitap yazarak bu alçakların alçaklığını kamuoyuna duyurmaya çalıştım. Beni susturmak için akıl almaz yollara ve yöntemlere başvurdular. Başıma gelmeyen kalmadı. Annemi trafik kazası süsü vererek öldürdüler, yeğenimi uyuşturucu ile zehirleyerek öldürdüler. Halen bu mücadele devam ediyor. Başka yaptıklarını da yazmıyorum.

              Bu “alçaklar” insanları tuzağa düşürmek için çok önemli iki silah kullanıyorlar. Bu silahlardan  biri uyuşturucu, diğeri kadın idi. Ya insanların içeceğine uyuşturucu katarak, ya da insanlara kadın sunarak onları tuzağın içine çekiyorlar. Hem Ankara/Batıkent’te, hem de Sivas’ta buna tanık olmuştum. Bu yöntemle binlerce kişiyi tuzağa düşürüp kullanıyorlar.

             Yine insanlara kalp kırizi geçirtip öldüren ve felç ettirip öldüren bazı ilaçlar veriyorlar.Bazı kurbanları bu yöntemle öldürüyorlar.

             Başında Genelkurmay istihbaratçısı Albay Tandoğan Koparal’ın bulunduğu çetenin kadın-uyuşturucu ve şantaj yöntemini öğrenince, bu kişilerin Yahudi asıllı Sabetayist Tarikatı mensubu olduğunu da öğrenince, kullanılan bu yöntemin, bir CIA ve MOSSAD yöntemi olduğunu anlamıştım.

               Nitekim, 12 Eylül Darbesi’ne zemin hazırlamak için Türkiye genelinde; sağ-sol ve Alevi-Sünni çatışmaları tezgahlanırken, bir tarftan da ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nde görevli CIA ajanı Robert Alexander Peck özellikle Alevi’lerin yoğun olarak yaşadığı illerde gezintiler yapıyor; o illerdeki sağ-sol ve Alevi-Sünni nüfusun oranlarını tesbit ediyordu.

               Peck, bu gezileri sırasında Amasya’ya da uğramış, o tarihlerde Amasya’nın CHP’li Belediye Başkanı Gündüz Türen ile de görüşmüş, O’na da benzer sorular sormuştu.

                Gündüz Türen, bu görüşmeyi dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’e anlatınca, Hasan Fehmi Güneş, CIA ajanı Alexander Peck olayının üzerine gitmişti. Kısa süre sonra da şarkıcı Aynur Aydan, Hasan Fehmi Güneş’e sunulmuş, görüntüler kayda alınmış ve basına servis edilmişti. Hasan Fehmi Güneş’de istifa etmek zorunda kalmıştı. MİT mensubu Mahir Kaynak, “Hasan Fehmi Güneş’e kurulan “seks operasyonu” nu CIA ve MOSSAD’ın düzenlediğini” söylemişti.

            “Kadın ve şantaj” yöntemine yakın tarihimizden, basına da intikal eden üç önemli olayı da örnek olarak dikkatinize sunmak istiyorum:

               Örneğin; Fethullah Gülen hakkında dava açan DGM savcısı Nuh Mete Yüksel’e  bir bayan avukat sundular, görüntüleri kayda alarak şantaşla Nuh Mete Yüksel’i istifa ettirdiler.

                CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, MHP yöneticileri; Yaşar Bozkurt Öztürk, Mehmet Ekinci, Prof. Dr. Osman Çakır, Deniz Bölük Başı, Ümit Şafak, Cihan Paçacı ve Mehmet Taytak gibi isimler de seks kasetleri nedeniyle istifa etmek zorunda kaldılar.

               Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan “FETÖ Çatı Davası”nın duruşmasında, FETÖ içinde yer alan Çetin Acar, tanık olarak verdiği ifade de şöyle diyor; “FETÖ 3 bin kişilik ‘Fuhuş Ordusu’ kurdu. Bu orospuları siyasilerin ve yargı mensuplarının koynuna sokarak, görüntüleri kayda alarak şantaj yaptılar…”( 12 Ocak 2017 tarihli Oda Tv.)

               Kadın ve şantaj sadece FETÖ’cülerin uyguladığı bir yöntem değildi. Bu yöntem bir “Özel Harp” yöntemi idi. Özellikle 12 Eylül Darbecileri fuhuş ve uyuşturucuyu toplumu tahrip etme ve kontrol altında tutma aracı olarak kullanmaya başlamışlardı. Uyuşturucu kaçakçısı Hüseyin Baybaşin, basına yaptığı açıklamalarda; “Ben bu faaliyetleri Milli Güvenlik Kurulu’nun bilgisi dahilinde yürütüyorum, Avrupa’da askeri gemilerin taşıdığı uyuşturucuyu pazarlıyorum” diyordu. Kimse de bunu yalanlamıyordu. Çün ki, “Derin Devlet” denilen bu “Lağım Çukuru”nda her şey mübahtı. Bu “Çukur”dan beslenenlerde; ar, namus, şeref ve haysiyet denen mefhumlar yoktu.

               Bana da yüzlerce defa kadın sunarak, beni tuzağa düşürmeye çalıştılar. Buna sadece bir örnek vermek istiyorum:

               Sivas’ta görev yaptığım köy okuluna birgün bir bayan müfettiş gönderdiler. Bayanın tavırlarından “özel olarak” görevlendirildiğini anladım. Bayana “bu çeteciler ile nasıl tanıştın”? diye sordum.

               Bayan müfettiş anlatmaya başladı: “Ankara’da tayinim Sivas’a çıkınca, savcı Ömer Kaya’nın ismini verdiler, ‘git tanış, sana yardımcı olur’ dediler. Sivas’a gelince, Sivas Adliyesine giderek savcı Ömer Kaya ile tanıştım, O da beni Hakim Atilla Kaya ile tanıştırdı.”

               Sadece bu savcı ve hakim değil, o tarihlerde Sivas Emniyet Müdürlüğü’nde Siyasi Şube Müdürü olarak çalışan  Zekai Serici, Komiserler; Mehmet Ali Adıyaman, Mehmet Bağır Akkamış, Hüseyin Demirel, polis memurları İsa Elmas, Tahir Albayrak, bunlarla bağlantılı Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Şükrü Kaya gibi isimler de kadın satarak, görüntüleri kayda alarak yüzlerce bürokratı ve vatandaşı tuzağa düşürüyorlardı. Halen bu yöntemi uygulamaya devam ediyorlar. Kars/Kağızman-Sivas-Ankara-İstanbul hattında bu çete eliyle yoğun bir fruhuş ve uyuşturucu trafiği mevcut.

               Bu “Karslı”lar aynı zamanda Azerbaycan’dan “ırkdaşları” bazı “Azeri” kadınları Türkiye’ye getirip; fuhuş, uyuşturucu, hırsızlık ve dolandırıcılık gibi faaliyetlerde kullanıyorlar. Türkiye’de bazı “dul” erkekler ile bu bayanları evlendirip, onların parasını, pulunu ve malını yağmalıyorlar. Bu şekilde birçok işadamına kanca takarak onların servetini yağmalıyorlar.

               Bu “şebeke” aynı zamanda Sivas Madımak Oteli’nin yakılmasını da organize etti. Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Alibaba Mahallesi’nde bulunan Osman Nuri Gezmen Polis Karakolu amiri olan Başkomiser Mehmet Ali Adıyaman ve bu karakolda çalışan polis memuru İsa Elmas Madımak Oteli’nin yakılmasından önce ve sonra, önemli roller oynadılar. Otelin yakılmasından sonra, bu Mahalle’de bulunan Alevileri Sünniler üzerine kışkırtarak şehir merkezini basmalarını, Sünnilere saldırmalarını sağlamaya çalıştılar.

                Mehmet Ali Adıyaman ve İsa Elmas, Sivas Tugay Komutanlığı ve Jandarma Alay Komutanlığı’nda görevli askeri istihbaratçılar ile “işbirliği” halinde çalışıyorlardı.

                 Madımak Oteli’nin yakılmasından sonra basına ve bazı parti temsilcilerine vermiş olduğum raporlar Başkomiser Mehmet Ali Adıyam’ın uykusunu kaçırmış; gece beni karakola aldırmış, bana işkence yaptırmış ve beni nezarete tıkmıştı.

                Aynı zamanda kadın ve uyuşturucu ticareti de yapan bu “alçak” zaman zaman nezarete geliyor bana; “Muammer Aksoy’u, Bahriye Üçok’u, Uğur Mumcu’yu İran öldürttü, Madımak Oteli’ni de İranlılar yaktırdı,bundan sonra böyle diyeceksin” diyerek bana talimatlar veriyordu, beni ölümle tehdit ediyordu. O gece beni 7 saat nezarette tutmuştu.

                Bu karakol, adeta bir “Kontrgerilla Merkezi” olarak çalışıyor. Sivas’ta çıkarılan Alevi-Sünni çatışmalarında bu karakol önemli roller oynuyor. Halen bu karakol bir “fuhuş ve uyuşturucu merkezi” olarak çalışıyor.

               Bahsettiğim bu çetenin “Karslı”lar kolundan, öz yeğenini erkeklere pazarladığı için, 2 yıl 6 ay hapis cezası alan, Danıştay saldırısının “kilit” isimlerinden “Özel Harp tetikçisi” Osman Yıldırım, ‘tanık koruma yasası’ndan yararlandırılmış, Devletin parası ile kendisine bir de daire alınmış, sonra da kayıplara karışmıştı.

                 Osman Yıldırım’ın “alt tetikçi” olarak kullandığı; aynı “Karslı”lar grubundan;  Erhan Timuroğlu, İsmail Sağır ve Tekin Irşi Danıştay Saldırısı’ndan önce 11 Mayıs 2006 tarihinde Osman Yıldırım ve Alparslan Arslan ile birlikte İstanbul’da Cumhuriyet gazetesi binasına bomba atmışlar, daha sonra da aynı “ekip” Danıştay Saldırısı’nı düzenlemek için Ankara’ya götürülmüşlerdi. Bu kişiler Cumhuriyet gazetesine bomba attıktan sonra; İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ve polisleri tarafından yakalansa idiler, Danıştay saldırısı gerçekleşmeyecekti.

                Osman Yıldırım’ın kullandığı bu “alt tetikçiler”den  “Karslı” Erhan Timuroğlu 7 yıl cazaevinde yattı. İstanbul’da kız kardeşi Ceylan Timuroğlu’nu tabanca ile vurarak öldürdü. Polisin kontrolunda yaşadığı için hala yakalanmadı. Arandığı bu dönemde de adı basında sık sık hala haraç alma olaylarına karışıyor.     

                Ergenokon savcısı Zekeriya Öz, Osman Yıldırım’ı Ankara/Sincan cezaevinde ziyaret etmiş, O’nun “Gizli Tanık” olmasını sağlamış, “gizli tanık olursa salıverileceğini taahüt etmiş,” ifadesini almış, bu ifade doğrultusunda da Danıştay davasını Ergenokon davası ile birleştirmişti.

                Danıştay Saldırısı’nda ismi geçen isimlerden biri de Fethullah Gülen’in yeğeni avukat Kemalettin Gülen idi. Kemalettin Gülen, “Danıştay tetikçisi” avukat Alparslan Arslan’ın hukuk fakültesinden arkadaşı oluyordu.

                Alparslan Arslan ilk ifadesinde; “avukat Kemalettin Gülen ile görüştüğünü, Danıştay üyelerinin resimlerini taşıyan Akit gazetesinin küpürünü de Kemalettin Gülen’in  arkadaşı avukat Hilmi Öztürk’ten aldığını” itiraf etmişti.

                Sabah gazetesinden Kenan Kıran’ın haberine göre; “Kemalettin Gülen-Hilmi Öztürk ve Alparslan Arslan üçlüsü arasında Danıştay saldırısından önce ve sonra bir dizi telefon görüşmesinin yapıldığı tesbit” edilmiş.(5 Şubat 2017 tarihli Sabah gazetesi.)    

                Ergenokon  savcısı Bulgaristan muhaciri Zekeriya Öz’ün “Osmanım” diye hitap ettiği Osman Yıldırım,  Kars/Kağızman’lı idi. Emniyet Müdürü Zekai Serici’nin, savcı Ömer Kaya’nın ve hakim Atilla Kaya’nın hemşehrisi oluyor ve aynı çetenin içinde yer alıyordu. Bu çetecilerin liderliğini Kars/Kağızmanlı Zekai Serici ve Şükrü Gürses yapıyordu. Zekeriya Serici, Ankara’dan Sivas’a özel olarak gönderilmişti.

               Sadece Osman Yıldırım değil, birçok olayda tetikçi olarak kullanılan “Kars/Kağızman’lılar da aynı çeteye bağlı olarak faaliyet gösteriyorlar. Akın Birdal suikastında görev alan Semih Tufan Gülaltay’da Kars/Kağızman’lı idi. 1 Temmuz 2005 tarihinde; Adalet Bakanı Cemil Çiçek’i korkutmak için Adalet Bakanlığı’nda bomba patlatan “canlı bomba” olarak kullanılan DHKP-C’li Eyüp Beyaz’da Kars/Çıldır/ Gölbelen Köyü nüfusuna kayıtlı idi ve aynı “Karslı”lar grubundan idi. Yine, 31 Mart 2015 günü İstanbul savcısı Mehmet Selim Kiraz’ı öldüren DHKP-C’li Bahattin Doğruyol’da Kars/Ardahan doğumlu idi ve aynı “Karslı”lar grubuna idi. Bunların tümü “93 Harbi”nde, Rusya’dan  kovulan Yahudiler’den  oluşuyor. Rusya’dan kaçıp, Kars’a yerleşmişler. Şimdi de Gladio’nun tetikçiliğini yapıyorlar. Bu “suç makinesi” Karslı”lar; cinayetlerden hırsızlığa, uyuşturucu kaçakçılığından silah kaçakçılığına, kadın ticaretinden teröre kadar hangi taşı kaldırsanız altından çıkıyorlar.

               Dikkatinizi bir noktaya daha çekmek istiyorum; PKK ve DHKP-C imzası kullanılarak, tertiplenen terör olaylarının en çok yaşandığı merkezlerden biri de Kağızman.

                Kağızman’ın; fuhuş-uyuşturucu-terör merkezi olması tesadüf değil. Bu faaliyetler bahsettiğim ve bazılarını tesbit ettiğim bu Kağızman’lı Kontrgerillacılar tarafından organize ediliyor.

               Bu ilginç bağlantılara rağmen ve bütün bu olayları aynı Gladio’nun organize etmesine rağmen bu bağlantılar ortaya çıkarılmak istenmiyor. Her dosya kapatılıyor.

               Sabetayist ve Mason Enver’in, İngiliz ve Alman oyunları ile 90 bin Anadolu gencini karlara gömdüğü Sarıkamış Harekatı’nın 102. yılı etkinliklerinde, Ulaştırma-Denizcilik ve Haberleşme Bakanı “Kars/Kağızman”lı Ahmet Arslan’ın giydiği “İngiliz Bayraklı” 1300 euro değerindeki mont kamuoyunun tepkisini çekti.

              Yeni Söz gazetesi haberi; “İngiliz Bakan Sarıkamış’ta ne arıyor”? Ve “Türk kabinesinde İngiliz Bayraklı Bakan” başlıkları ile verdi. Gazete, aynı haberinde; “Ahmet Arslan’ın İstanbul Çamlıca Tepesi’ne Mason ve Satanist sembollü kule diktirdiğine de” dikkat çekti, Ahmet Arslan’ın Mason olabileceğine gönderme yaptı.

              Yukarıda isimlerini verdiğim “Karslı”ların Sivas’taki çete faaliyetlerini yakından bilen bazı Sivaslılar da bana; Hocam; “Ahmet Arslan’da diğer Kağızman’lılar gibi Sabetayist kökenli mi? Bu adamın Binali Yıldırım’ın kabinesinde ne işi var? Diye sorular sordular.  

             Gladio’nun “Karslı” lar kolu ile, başında Fethullah Gülen’in bulunduğu “Erzurumlu”lar kolunun “işbirliği” yapması tesadüf değil. Her iki kolun mensupları da Yahudi asıllı ve Sabetayist Tarikatı mensupları. Bu iki kolun mensupları da kadın ticaretinde; Tarikat liderleri Sabetay Sevi’nin “Usturuplu zina-benzeme banzet” teoirisini uyguluyorlar. Alevilere mal edilen “Mum Söndü Ayini”nin de, Sabetayistler tarafından “Kuzu Bayramı” törenlerinde uygulandığı çeşitli yazılı kaynaklarca ifade ediliyor.  

            “Selanikli” Koparal ailesinin “çete ortağı” “Karslı” Şükrü Gürses’in bağlantıları aynı zamanda, çalıştığı Hürriyet gazetesindeki “Derin Yahudi Yapılanması”na da ışık tutuyordu. Şükrü Gürses, Hürriyet gazetesinde çalışmış ve emekli olmuş, Batıkent’e yerleşmişti. Hürriyet gazetesindeki ilişkileri nedeniyle aynı zamanda “Gürses Dağıtım Pazarlama Şirketi” eliyle gazete dağıtım işi de yapıyordu. Büfeler çalıştırıyordu. Hürriyet gazetesinin sahibi Mason ve Yahudi asıllı Erol Simavi’nin elemanlarından idi. Şükrü Gürses’in, Hürriyet gazetesinin yeni patronu Aydın Doğan ile de samimi ilişkilerini sürdürdüğü iddia ediliyor. Bir dönem Hürriyet gazetesinin  Ankara temsilciliğini yapan Sedat Ergin’in de Şükrü Gürses’i Batıkent’te ziyaret ettiği iddia ediliyordu.

              Yazar Yalçın Küçük kitaplarında; “1 Mayıs 1948’de kurulan Hürriyet gazetesinin, İsrail Devleti’nin kurulmasından 14 gün önce yayın hayatına başladığını, ‘aynı planın’ bir parçası olduğunu, Yahudi çıkarlarını korumak için,Yahudi sermayesi ile kurulduğunu”, Amerikan Yahudi kaynaklarına dayanarak açıklıyor.

              1974-77 yıllarında Özel Harp Dairesi’nin Afyon/Dazkırı’da açtırdığı Kontrgerilla kampında eğitim alan ülkücü Kartal Demirağ, 18 Haziran 1988 tarihinde yapılan ANAP Kongersi’nde Başbakan Turgut Özal’a iki kurşun sıkarak bir suikast düzenledi.

             Kartal Demirağ’ın arkasında Emlak Bankasını 90 milyon lira dolandırıp, yurt dışına kaçan Kemal Horzum’un, Özel Harp Dairesi’nin eski başkanı Sabri Yirmibeşoğlu ve Hürriyet gazetesi sahibi Erol Simavi’nin olduğu bizzat Turgut Özal’ın kardeşi Korkut Özal ve oğlu Ahmet Özal tarafından iddia edildi. Turgut Özal’a düzenlenen suikastan sonra Erol Simavi Hürriyet gazetesini satarak İsviçre’ye kaçtı.

               Gladio’cu Sabri Yirmibeşoğlu, Hürriyet gazetesinin de önemli rol oynadığı, Rumların kırımdan geçirildiği, mal ve servetlerinin Sabetayist kökenli ailelerce yağmalandığı “6-7 Eylül Olayları”nı da muhteşem bir “Özel Harp Operasyonu” olarak tanımlamıştı.

              Dikkatinizi çekiyorum; 1915 yılından itibaren “Kırım”dan geçirilen Ermeniler’in arazileri, evleri ve servetleri de Yahudi asıllı Sabetayist Tarikatı mensupları aileler tarafından paylaşılmıştı ve onlara dağıtılmıştı.

               1921 Koçgiri ve 1937-38’ Dersim “Kırımları”nda “kıyılan” Kürt Alevilerin servetleri de yine Yahudi asıllı Sabetayist kökenli aileler tarafından paylaşılıyor. Dersim “Kıyımı”nda Kürt Alevilerin kızları rehin alınıyor, küçükler bazı subaylara “evlatlık” olarak, yetişkin olanlar ise “metres” olarak veriliyor. Hatta, Yahudi Asıllı Mason Kenan Evren’in eşi Sakine Evren’in de 1937-38 “Kırımı”nda rehin alınan Dersim’li Kürt Alevilerin kızlarından olduğu çeşitli kaynaklarca iddia ediliyor.

              “Tesadüfe” bakın ki, Atatürk’ün “kızları”ndan Sabiha Gökçen’in de “Ermeni kızı” olduğu Hrant Dink tarafından iddia edilince, hemen Hrant Dink öldürüldü. Bu iddiasını canı ile ödedi.

              Hrant Dink’in bu iddiasını, önce Hürriyet gazetesi manşete taşıdı, arkasından Genelkurmay Başkanlığı bir bildiri ile bu iddiayı eleştirdi, arkasından Genelkurmay’ın “emri” ile MİT devreye sokuldu, Hrant Dink İstanbul Valiliği’ne çağrılarak tehdit edildi, arkasından Jandarma İstihbaratının ve Emniyetin “organizesi” ile Hrant Dink, İstanbul’da öldürüldü.

              Hrant Dink’in öldürüldüğü günlerde; Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda Hilmi Özkök, İstanbul valiliği koltuğunda Muammer Güler, Emniyet Müdürlüğü koltuğunda da Abdülkadir Aksu’nun  “kahraman müdürü” Celalettin Cerrah oturuyordu. İstanbul Valiliği’nden, İçişleri Bakanlığı koltuğuna “paraşütle atlayan” Muammer Güler, bu koltukta otururken, “nemalandığı Derin Devlet Çokuru”na yuvarlandı.

              Hrant Dink cinayetinin perde arkasını aydınlatmak için uğraşan savcılar, soruşturmaya önce Hürriyet gazetesi ve Genelkurmay Karargahı’ndan başlamaları gerektiğini bilmelerine rağmen; bu “ilişkiler ağına” dokunamadılar, hala “alt tetikçiler” ile uğraşıyorlar.

              1915 Ermeni “kırımı”nda, yurt dışına kaçan Ermeni kökenli, Vahan Matasyon’a ait “Matasyon Matbaası” da içinde bulunan makinesi ve kitapları ile birlikte, Atatürk tarafından, yakın arkadaşlarından Yunus Nadi’ye “hediye” edilmişti. Yunus Nadi, bu matbaa sayesinde Cumhuriyet gazetesini çıkarmaya başlamış, Matbaa içindeki kitapları da Milli Eğitim Bakanlığı’na satarak “sermaye” yapıyor. Ermeniler’in serveti üzerinden filizlenen Cumhuriyet gazetesi İttihatçıların “yayın organı” görevini üstlenmişti. Gazeteci-yazar Hasan Cemal, “1915 Ermeni Soykırımı” isimli kitabında; “Matasyon Matbaası”nın Cumhuriyet gazetesine devrinin öyküsünü, Nadir Nadi’nin ağzından naklediyor.

              2005 yılında, “Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nün Tapu Kayıtları”nın, Türkçeleştirilerek, bilgisayar ortamına devredilmesi projesine, “Derin Devlet”in “babası” sayılan Seferberlik Tetkik Kurulu, “Bu proje ‘Milli Çıkarlara’ zarar verir “diyerek karşı çıkmıştı. “Milli Çıkar” dedikleri; Masonların ve Sabetayistlerin mal ve mülklerinin kimlerden “yağmalandığı”nın ortaya saçılmasından korkuluyordu.

              Maraş’ta, Çorum’da ve Sivas’ta “kırım”dan geçirilen Alevilerin mal ve servetleri yine Yahudi asıllı Sabetayistler tarafından yağmalandı.

             Bütün bunlar birer tesadüf değil, büyük bir planın parçaları ve Türkiye’yi “Yahudileştirme Politikaları”nın aşamaları. Bu organizasyonlar gösteriyor ki; Türkiye’de yaşanan Darbelerin, isyanların, kıyımların, terörün, fuhuşun, uyuşturucunun, silah kaçakçılığının, hırsızlığın… perde gerisinde de Yahudi asıllı bazı Sabetayistler ve Masonlar var.

             Turgut Özal’ın yakın çevresinde bulunanlar, Özal’ı korkutarak suikast olayının üzerine gitmesini engellediler, Olayın üzerine gitmediği hatasını, canı ile ödedi. 18 Nisan 1993’te öldürüldü. Zincirin halkalarını sıralamaya devam ediyorum.

              Turgut Özal’ın ölümünden sonra; Mason Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı, Amerikan vatandaşı ve Sabetayist kökenli olduğu iddia edilen Tansu Çiller de Başbakan oldu. Yine Anne tarafından Yahudi kökenli oldukları iddia edilen Erdal İnönü de Başbakan Yardımcısı oldu. Yazar Yesevizade, İnönü kardeşlerin dayılarınınYahudi kökenli olduğunu ve İsrail’e yerleştiğini yazıyor.

              Bu “siyasi operasyon”dan iki ay sonra da, 2 Temmuz 1993 günü Sivas Madımak Oteli yangını ve Başbağlar katliamı gerçekleştirildi. Her yıl Banaz Köyü’nde etkinlik düzenleyen Aleviler, 1993 yılında iktidar ortağı Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’ye ve O’nun danışmanı Sivas valisi Ahmet Karabilgin’e güvenerek Sivas’ta etkinlik düzenlediler ve Masonların ve Sabetayistlerin Derin Devleti’nin “organizesi” ile Madımak Oteli’nde yakıldılar. Suçlu olarak “İslamcı”lar gösterildi.

            Sadece Erdal İnönü değil,  Aleviler arasında “Bülent Ecevit Alevi’dir” reklamı yapılan ve Alevilerin oyları ile yıllarca siyaset yapan, Başbakan olan Bülent Ecevit’ de “Madımak Dosyası”nı açmak istememişti.

             Fazilet Partisi Sivas Milletvekili Abdüllatif Şener; yazmış olduğum “Ankara Çetesinin Vatan Kurtarma Operasyonları” isimli kitabımda dile getirdiğim olay ve isimlerden hareketle dönemin Anasol-D Hükumeti Başbakanı Bülent Ecevit’in cevaplandırması amacıyla iki adet Soru Önergesi hazırlayarak 7 Aralık 2000 tarihinde TBMM Başkanlığı’na vermişti.

             Şener, Soru Önergesinde; “Emekli öğretmen Salman Yüksel tarafından yazılan Ankara Çetesinin Vatan Kurtarma Operasyonları isimli kitapta; Sivas Madımak Oteli’nin yakılmasının JİTEM merkezli bir çete tarafından organize edildiği, Mason kökenli bu çetenin aynı zamanda fuhuş, uyuşturucu, silah kaçakçılığı, terör, hırsızlık gibi faaliyetler de yürüttüğü, bu kitabı yazan Salman Yüksel ve aile fertlerine yıllarca işkence uygulandığı’” gibi konuları dile getirmiş ve Ecevit’e, “Madımak Yangını”nda bir “Andıç” var mı? Bu olayları soruşturmayı düşünüyor musunuz? Diyerek sorular sormuştu.

             Bu “Soru Önergeleri”nin basında ve kamuoyunda geniş yankı yapmasına rağmen, Başbakan Bülent Ecevit, bu konuda ne konuştu, ne de bu olayları soruşturmaya yanaştı. Alevilerin oyları ile, “Kontrgerilla söylemleri” ile iktidar olan Ecevit, Kontrgerilla eylemlerini soruşturmak sözkonusu olunca sessizliğe bürünüyordu.

             Daha 1978 yılında terör olaylarının ve cinayetlerin arkasında; “Özel Harp Dairesi ve Kontrgerilla’nın olduğunu tesbit edip, bu tesbitini bir raporla Başbakan Bülent Ecevit’e sunan”, Ankara Cumhuriyet savcısı Doğan Öz bu rapordan sonra öldürülmüş, Bülent Ecevit, bu cinayetin üzerine de gitmemişti.

              Abdullatif Şener’in “Soru Önergesi”ne, Başbakan Bülent Ecevit adına cevap veren, “derin” isimlerden Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu; “Türk Silahlı Kuvvetleri içinde böyle bir örgüt yoktur” diye cevap vermişti. Doğan Öz’ün 1978 yılında tesbit ettiği “Kontrgerilla Örgütü” nü, 2000 yılında Sabahattin Çakmakoğlu inkar ediyor, yüzü kızarmadan yalan söylüyordu.Yeni Hayat dergisinde yer alan bir yazıda Sabahattin Çakmakoğlu’nun da Mason olduğu iddia ediliyordu. Zaten “üstlendiği” görevler O’nun “Seçilmiş Irk”ın bir mensubu olduğunu gösteriyordu.

             Devletin “kritik” makamlarında çalıştıktan sonra, Çakmakoğlu, emekli olunca MHP’den Kayseri milletvekili seçilmiş, Anasol-D Hükumeti kurulunca da “paraşütle” Milli Savunma Bakanlığı koltuğuna oturtulmuştu.

             Tesdüfe bakın ki, aynı Sabahattin Çakmakoğlu 1988 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü koltuğunda oturduğu günlerde kendisini ziyaret etmiş, bu çete hakkında kendisine bir dilekçe vermiştim. Çakmakoğlu, bir polis eşliğinde beni Emniyet Genel Müdürlüğü, Kaçakçılık ve Organize Suçlar Dairesi’ne göndermişti.

             Kaçakçılık Dairesi’nde görüştüğüm yetkililer de “biz bu faaliyetlerin Batıkent’te yürütüldüğünü biliyoruz, bu faaliyetleri yürüten; Şükrü Koparal’ı, Şükrü Gürses’i, Bayram Tekeli’yi de iyi tanıyoruz” demişlerdi. Peki, neden müdahale etmiyor sunuz? Diye sorduğumda; “Orası Jandarma bölgesi, bu yasadışı faaliyetleri de Jandarma yürütüyor, biz müdahale edemeyiz” demişlerdi. Batıkent Polis’e devredilince de aynı faaliyetler halen 2017 yılında da devam ediyor.

             Peki, Abdullatif Şener’in Soru Önergesi’nde bahsettiği “Andıç” hikayesi neydi? Kısaca ona da değineyim. PKK’lı, DHKP-C’li ve TİKKO’lu teröristler Nevşehir ve Bayrampaşa cezaevlerinden firar ettirildikten sonra bazı askeri istihbaratçılar tarafından Sivas’a getirilmişlerdi. Doğu ve Güney Doğu Bölgesi’nde faaliyet gösteren PKK’nın “iki numarası” Şemdin Sakık’da bu teröristlerin başına “Komutan” olarak atanmıştı. Şemdin Sakık, bir süre sonra böbreklerini üşütüp, böbrek hastası olunca Kuzey Irak’a gönderilmiş, orada teslim alınarak Türkiye’ye getirilmişti. Hürriyet gazetesi, Şemdin Sakık’ın Türkiye’ye getirilmesini; “Müthiş Operasyonla yakalandı” diyerek pazarlamaya çalışmıştı.

             İşte o günlerde Şemdin Sakık’ın ifade tutanaklarına, 28 Şubat Darbesi’nin “kudretli Paşası” Mason ve Yahudi asıllı olduğu iddia edilen Çevik Bir’in bazı “eklemeler” yaptığı iddia edilmişti. O günlerde Çevik Bir, sık sık İsrail’i ziyaret ediyor, PKK ile “kahramanca  mücadele” etmek için “ırkdaşları” ile çeşitli silah anlaşmaları imzalıyordu. Türkiye’nin bütçesi İsrailli silah tekellerinin kasalarına akıtılıyordu.

             Bu “eklemeler” de; “bazı partilerin, bazı kurumların, bazı şahısların ve bazı gazetecilerin PKK’ya yardım ve destek verdikleri” yazıyordu.

             Çevik Bir’in Şemdin Sakık’ın ifadesine yaptığı “eklemeler” doğrultusunda, Genelkurmay İstihbaratı’nda bir “Andıç Planı” hazırlanmıştı. “Andıç Eylem Planı”nda,  “eklemeler”de adı geçen  partilere, kurumlara, şahıslara ve gazetecilere” “Eylem” düzenlenmesi yazıyordu.

             “Andıç Eylem Planı” doğrultusunda; önce Hürriyet gazetesinin “baş yazarı” Oktay Ekşi’ye, 25 Nisan 1988 günü, Hürriyet gazetesinde “Alçakları tanıyalım” başlıklı bir makale yazdırılmış, arkasından da İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal, bu çetenin “Karslı”lar kolundan, Kars/Kağızmanlı “tetikçi” Semih Tufan Gülaltay’ın organizesi ile, “alt tetikçiler” tarafından kurşunlanmıştı. “Andıç Planı”nın deşifre olmasından sonra diğer “eylemler” gerçekleştirilememişti.

             Burada söz jandarmadan açılmışken, çetenin bağlantılarını daha iyi kavramanız için bazı olaylara değinmek zorundayım.

             Kaçakçılık ve Organize Suçlar Daire Başkanlığı”nda duyduğum; “Bu yasadışı faaliyetleri askerler yönetiyor, Batıkent’teki faaliyetler de Jandarma kontrolunda yürülüyor, biz bu olaylara müdahale edemeyiz” sözlerini Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde de duymuştum.

              Bu çetecilerin, o tarihlerde Ankara valiliğini yürüten Saffet Arıkan Bedük’ten korktuklarını tesbit etmiştim. Bu korkularından dolayı da Saffet Arıkan Bedük’ü Ankara valiliğinden uzaklaştırmışlardı. Hatta, Sivas’ın bir köyünde öğretmenlik yaparken köye kadar gelen, adını öğrenemediğim bir “istihbaratçı” bana; “Ankara valisi Saffet Arıkan Bedük ile görüşüp-görüşmediğimi” sormuştu. Ben de, “görüşmediğimi” söylemiştim. Gerçekten de görüşmemiştim.

             Saffet Arıkan Bedük, emekli olup, Doğruyol Partisi’nden milletvekili seçilince, kendisini TBMM’de ziyaret etmiş, Batıkent’teki bu olayları anlatmıştım. Bedük, “Ankara Emniyeti’nde bizim ekip var, git onlarla görüş” diyerek bir isim vererek, beni Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne göndermişti. Görüştüğüm o ekip’te; “bu yasadışı faaliyetleri askerler yürütüyor, Batıkent’deki olayları da Jandarma yürütüyor, biz müdahale edemeyiz” demişlerdi.

             Emniyetçilerin bu sözleri bana söylediği tarihlerde; adı Jandarma İstihbarat, Terörle Mücadele olan JİTEM, Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere Türkiye genelinde; kadın ticareti, uyuşturucu ticareti, hırsızlık, silah kaçakçılığı faaliyetleri yürütüyor, faili meçhul cinayetler işliyor, terörü yönetiyordu. Bu “JİTEM”e ait “beyaz toros” arabaları adeta bu faaliyetler ile özdeşleşmişti.

             Kod adı “Yeşil” olan Mahmut Yıldırım, Bazen PKK’da, bazen JİTEM’de çalışan adına “İtirafçı”lar denilen bir “şebeke” ile, JİTEM adına, adam kaçırıyor,  cinayetler işliyor, terör olayları organize ediyor, silah ve uyuşturucu kaçakçılarından “haraç” topluyor, bazı komutanlar ile paylaşıyordu.

             Türkiye’de bunlar yaşanırken; başta Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman olmak üzere üst düzey komutanlar, bazı Genelkurmay Başkan’ları; utanmadan, sıkılmadan yüzleri kızarmadan “JİTEM yoktur” diyerek yalan söylüyorlardı.

             Kaçakçılık ve Organize Suçlar Daire Başkanlığı’nda ve Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde; “bu yasadışı faaliyetleri jandarma yürütüyor” sözlerini duyunca, Jandarma Genel Komutanlığı’na vermiş olduğum çete dilekçelerini hızlandırmıştım.

             1993 yılında yine böyle bir dilekçeyi Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’e vermek için Genel Komutanlığa gittim. Komutanlığın girişindeki küçük kulübede görevli olan  astsubaya; “bu dilekçeyi Genel Komutan Eşref Bitlis’e vereceğim” demiştim. Astsubay, Eşref Bitlis’in emir subayını telefonla aramış, emir subayı da, “Komutan makamında yoktur, dilekçeyi bir zarfa koyun, “Zata mahsustur diye yazın ve gönderin” demişti. Astsubayın vermiş olduğu sarı bir zarfa dilekçemi koymuş, üzerine; “zata mahsusutur, Sayın Eşref Bitlis” diye yazmış, astubaya vermiştim. Astsubay da zarfı emir subayına göndermişti.

             Bu dilekçeyi vermemden yaklaşık iki ay sonra, 17 Şubat 1993 günü Eşref Bitlis’in uçağının düşürülüp, öldürüldüğünü duyunca, bu dilekçem aklıma gelmiş ve Bitlis’i bu “Gladio Çetesi”nin öldürdüğünü tahmin etmiştim.

              Sivas’tan Ankara’ya gelince bir süre Eşref Bitlis cinayeti üzerine yoğunlaşmıştım.

               Yaptığım araştırmada; “Eşref Bitlis’in dilekçem üzerine bir soruşturma başlattığını, paniğe kapılan çetenin Eşref Bitlis’i öldürdüğünü” öğrenmiştim. Yine, Eşref Bitlis’in bineceği uçağa bir gece önce, başında Albay Tandoğan Koparal’ın bulunduğu “Teknik Birim”in elemanlarınca Güvercinlik Kara Havacılık Okulu’nda“sabotaj” düzenlediği, Tandoğan Koparal’ın, Kara Havacılık Komutanı Armağan Kuloğlu ile “işbirliği” yaptığı” iddia ediliyordu. Batıkent’e “üs” kuran Albay Tandoğan Koparal, Güvercinlik’teki bazı subaylar ile de irtibatlıydı. Tandoğan Koparal- Güvercinlik Kara Havacılık Okulu ve Yenimahelle’de bulunan Jandarma Alay Komutanlığı’ndaki bazı subaylar arasında da bir trafik mevcuttu.

              Uçağın düşürülmesinden kısa bir süre sonra, Armağan Kuloğlu’nun ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in, “Uçak buzlanma sonucu düştü” diyerek yalan söylemeleri kamuoyunun dikkatini çekmişti.

              Dikkat çekici diğer bir husus ise, Eşref Bitlis’in uçağının düşürülmesinden sonra, Tuğgeneral Armağan Kuloğlu’nun, terfi ettirilerek, Milli Savunma Bakanlığı, Ekonomik ve Teknik İşler’den sorumlu Müsteşar Yardımcılığı’na getirilmesi idi. Albay Tandoğan Koparal’ın başında bulunduğu “Teknik Birim” Armağan Kuloğlu’na bağlanmıştı.

             Armağan Kuloğlu, emekli olunca; televizyon kanallarında “terör uzmanı” olarak ve Yeniçağ gazetesinde yazar olarak boy göstermeye başladı. Ben yine acı acı gülüyordum.

             Diğer önemli bir konu ise; Eşref Bitlis’in öldürülmesinden bir gün önce, Emekli Orgeneral Turgut Sunalp’in Bitlis’i ziyaret etmesi idi. Aceba, Sunalp, bu görüşmede Bitlis’e neler sormuştu, hangi bilgileri almıştı?

            Özel Harp Dairesi’nin önemli subaylarından olan, Kontrgerilla eğitimi almak için Amerika’ya gönderilen ilk subay grubunun içinde yer alan, Yahudi asıllı ve Mason olduğu iddia edilen Turgut Sunalp ismi devamlı Gladio ile anılıyordu.

               Gladio’nun, öldüreceği kurbanlarına, cinayet öncesi bazı kişiler göndermesi, bazı bilgiler toplaması dikkat çekiyordu. Bu çok önemli bir “Gladio yöntemi” idi.

               Örneğin; Emin Çölaşan’ın; “Melih Aşık, Teoman Erel, Bekir Coşkun ile, Uğur Mumcu ile , öldürülmeden önce RV’de yemek yedik, bu yemekte, tabancan var mı?diye sorduk” demesi dikkat çekiciydi.(Celalettin Çetin röportajı, 12 Şubat 1993 tarihli Hürriyet gazetesi.) Toplanan bu bilgilerin “Minik Kuş’un Karargahı”na iletildiği iddia ediliyordu. “Karargah” ın, Uğur Mumcu’yu öldürmeye karar vermesinden sonra, O’nun silah taşıyıp, taşımadığını öğrenmeye çalıştığı, silah taşıdığını öğrenince de, bomba ile öldürdüğü Ankara’da iddia ediliyordu.

              Yine, Uğur Mumcu öldürülmeden önce, Ali Kırca’nın, gazeteci Mehmet Güç’ü Uğur Mumcu’ya göndererek; “ATV’de yayınlayacağız” diyerek O’ndan “son araştırması; Abdullah Öcalan-Genelkurmay İstibarat Dairesi ilişkisi” konularındaki dökümanları aldırması dikkat çekiciydi. Bu belgeleri Mehmet Güç’ün aldığını, Uğur Mumcu’nun ağabeyi Ceyhan Mumcu’da doğrulamıştı. İstemesine rağmen Mehmet Güçten bu belgeleri alamamış ve bu yüzden “Kürt Dosyası” kitabı yarım kalmıştı. Mehmet Güç’ün, Ali Kırca’nın yanından ayrıldıktan sonra, Uğur Dündar’ın “koruması altına” girdiği iddia ediliyordu.  

            Yine, Emin Çölaşan’ın, Muammer Aksoy öldürülmeden 5-6 saat önce, O’nunla Hürriyet gazetesinin Ankara bürosunda röportaj yapması, aynı akşam Aksoy’un öldürülmesi, Aksoy öldürüldükten sonra, Emin Çölaşan’ın bu röportajı Hürriyet gazetesinde yayınlaması dikkat çekiyordu. Emin Çölaşan, Aksoy’un her ölüm yıldönümünde bu röportajı köşesinde “öğünerek” anlatıyordu. “Atatürk’çü aydınları, ‘Dinciler’ öldürüyor algısı” pekiştirilmeye çalışılıyordu.

              Yine, Yavuz Donat’ın,  FETÖ’den tutuklanan gazeteci Nuriye Akman’ı, Sabah gazetesi adına, Gaffar Okkan’ın öldürüleceği gün Diyarbakır’a göndermesi, Okkan’a “selam göndererek” O’nunla röportaj yapılmasını  sağlaması dikkat çekiyordu. Okkan’ın öldürülmesinden sonraki gün, Yavuz Donat ve Nuriye Akman’ın Sabah gazetesindeki  köşesinde bu röportaj “öğünülerek” anlatılıyordu. Bu röportaj da Nuriye Akman, Gaffar Okkan’dan hangi bilgiler almıştı?

            Aynı gün, Ali Kırca, hemen ATV televizyonunda bir “Siyaset Meydanı” proğramı düzenlemiş, karşısına Mehmet Ağar’ı almış, Hizbullah’ı tartışıyordu. Gaffar Okkan’ı Hizbullah’ın öldürdüğü yalanı dimağlara kazınmaya çalışılıyordu. Bu “ünlü” gazetecilerin Gladio’nun öldürdüğü bu “kurbanlar” ile görüşmeleri birer tesadüf müydü aceba?

               Emniyet Genel Müdürlüğü, Özel Hareket Daire Başkanı Behçet Oktay’ı ölümünden 3-5 gün önce Recai Birgün’ün, ziyaret ederek O’nunla görüşmesi de dikkat çekiyordu.

                Bu şekilde “kurban”lardan toplanan bilgilerin, Gladio’nun “Merkezi” Genelkurmay İstihbaratı’na  gönderildiği iddia ediliyordu.                  

              “Eşref Bitlis’in uçağı buzlanma sonucu düşürüldü” diyerek yalan söyleyen Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Eşref Bitlis’in öldürülmesinden yaklaşık 4 ay sonra yaktırılan Madımak Oteli yangını sonrası, o tarihlerde Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı olan  Murtaza Demir ile “Karargah”ta yaptığı bir görüşmede; “Otel yakılırken, talimat verdim; aynen ‘Menemen Olayı’ gibi her tarafı bombalayın, taş taş üstünde koymayın dedim, fakat vali Ahmet Karabilgin ateş emri vermedi.” Dediğini duymuştum. Yine şaşırmamıştım.

                Doğan Güreş’in “her tarafı bombalayın” talimatı ile, Madımak Oteli yakılmadan önce, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Murat Karayalçın’a verildiği iddia edilen; “Madımak oteli yakılacak, çok sayıda insan ölecek, Ankara Demetevler’deki Karşıyaka mezarlığında  çok sayıda mezar hazırlat, ölenler uçaklar ile buraya taşınacak “talimatları” birbiri ile çakışıyordu. Ve “Madımak Katliamı”nın “çok kanlı”planlandığı ortaya çıkıyordu.

               Özal’ın öldürülmesinden sonra Başbakan olan Tansu Çiller’in Doğan Güreş’i milletvekili seçtirmesi dikkat çekiyordu.

             Sivas “Madımak Yangını” meyveleri yavaş yavaş toplanıyordu. Örneğin; aynı Mason ve Sabetayistler tarafından, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin öncülüğünde düzenlenen “Cumhuriyet elden gidiyor” mitinglerinde, ellerinde Madımak Oteli’nde yakılan Alevilerin fotoğraflarını taşıyan bazı Aleviler, kortejlerin ön saflarında yürütülüyorlardı. Masonlar ve Sabetayistler yine Aleviler’in “gölgesi”ne saklanmışlar, Aleviler, “Laik Cephe”nin ön saflarına sürülmüşlerdi. Aynı “taktik” İstanbul Gezi Parkı Olayları”nda da uygulandı; 27 Mayıs 2013 tarihinden itibaren başlatılan bu olaylarda 12 Alevi genci öldürüldü.

              Turgut Özal’a düzenlenen suikast sırasında Adalet Bakanlığı koltuğunda oturan, ANAP’ın “derin isimlerinden” Mahmut Oltan Sungurlu’nun bu olayın soruşturulmasına sıcak bakmadığı ve olayın üzerine gitmediği iddia edildi. Hatta, Özal Suikastı’nda bazı ANAP’lıların da görev aldığı iddia edildi. Oltan Sungurlu’nun da Cemil Çiçek ve Abdülkadir Aksu gibi ANAP’ın “derin isimleri”nden olduğu iddia ediliyordu.

              Oltan Sungurlu Adalet Bakanı iken, bu çete hakkında bir dilekçe de O’na vermiştim. Oltan Sungurlu, çetenin üzerine gitmemiş, bir soruşturma açmamıştı. Çetenin üzerine gitmediği gibi, bu çetenin soyduğu Sivas Garanti Bankası soygun olayını soruşturan, çetenin üzerine giden, soruşturma sırasında Albay Tandoğan Koparal ismine ulaşan hakim Nurullah Aydın’ı önce Sivas’tan kendi memleketi Gümüşhane’ye sürgün etmiş, daha sonra da meslekten ihraç etmişti. Oltan Sungurlu, Nurullah Aydın’ı sürmese idi, çete açığa çıkarılacak, Sivas Bölgesi’ndeki terör olayları yaşanmayacak, Madımak ve Başbağlar katliamları gerçekleşmeyecekti. Bu ülkede sadece darbeciler suçlu değil, en az onlar kadar siyasetçiler de suçlu.

              İşin ilginç tarafı ise; Nurullah Aydın’ın üzerine gittiği çetenin Sivas Madımak Oteli’ni yakmasından sonra, olayı incelemek için Sivas’a gönderilen ANAP Heyeti’nin başında Oltan Sungurlu’nun bulunması idi. Oltan Sungurlu’yu Sivas’ta görünce şaşırmıştım. Oltan Sungurlu’yu Sivas’a, Hakim Nurullah Aydın’ı sürgün ettiren Özel Harpçi Paşalar mı göndermişti? Sungurlu’nun ANAP Sivas İl Başkanlığı’nda Lütfullah Kayalar ile birlikte düzenlediği basın toplantısına Ben de katılmış, Sivas Madımak Oteli’ni Gladio çetesinin yaktığına dair yeni bir raporu da kendisine sunmuştum. Yine bu raporumdan hiç bahsetmemişti. Yozgat’lılar, Lütfullah Kayalar’ında Cemil Çiçek gibi “Muhacir” kökenli olduğuna dikkat çekiyorlar.

               “İslamcı ” Şevket Kazan, Oltan Sungurlu ve Cemil Çiçek Adalet Bakanlığı koltuğunda otururlarken üçüne de bu çete hakkında ve özellikle Madımak ve Başbağlar Katliamlarının ortaya çıkarılması için dilekçeler vermiştim. Özellikle Madımak katliamında; suçlu sandalyesine oturtulan “İslamcı”ların bu üç “derin ismi”de bu olayları soruşturacak yürekliliği ve namusluluğu gösterememişlerdi. Gerçeklerle yüzleşmek istememişlerdi. Bu, korkaklıktan mı kaynaklanıyordu, yoksa bir “Sabetyaist Dayanışma” mı idi?

               Bu soruşturmaları açamayanların, Gladio çetesinin üzerine gidemiyenlerin bu gün; “15 Temmuz Darbesi”ni kim yaptı? Darbenin arkasında kimler var? Demeye hakları var mı?

              Oltan Sungurlu, siyasetten emekli olunca da, Karay Yahudileri’nden oldukları iddia edilen Ülker Grubu’nun İstişare Konseyi üyeliğine getirilmişti. (Soner Yalçın Efendi 2 kitabı)

             15 Temmuz 2016 Darbesi’nin diğer darbelerden farklı bir özelliği var. Bu darbede açıktan ve berrak olarak bir “Dini maskeli” Tarikat da görev aldı. Bu Tarikat’ın bağlantıları da incelenince; bu Tarikatı da “aynı yapı”nın, aynı  “ırkın” mensuplarının kurdurduğu ve yönettiği net olarak ortaya çıktı.

             Gerçi, 28 Şubat Darbesi’nde; Elazığ’da Aczimendi Tarikatı’nı kuran Müslüm Gündüz ile İstanbul/Fatih/Çarşamba’da Tarikat kuran Ali Kalkancı ve Fadime Şahin üçlüsü “figüran” olarak kullanılmışlardı ama, 28 Şubat Darbecilerinin  Müslüm Gündüz ile Fadime Şahin’i “gerdeğe sokmaları,” bu sahneyi basın ve televizyon kanalları eliyle yayınlamaları dahi, Fethullah Gülen Tarikatı’nın 15 Temmuz Darbesi’nde oynadığı rol kadar etkili olamamıştı.  

             Gülen Tarikatı’nın 15 Temmuz Darbesi’nde görev alması iki açıdan Türkiye’nin hayrına oldu. Birincisi; Türkiye’yi yöneten Derin Devlet’in bağlantıları daha net olarak ortaya saçıldı. İkincisi ise; her darbeden sonra iktidarlarını ve “belirleme güçleri”ni pekiştiren askerler, 15 Temmuz Darbesi’nden sonra ilk defa iktidarlarını ve “belirleme güçlerini” kaybettiler. Ordu darmadağın edildi.

             Şimdi iki soru acil cevap bekliyor; birinci soru; bağlantıları net olarak ortaya çıkan Derin Devlet gerçek manada tasfiye edilecek mi? İkinci soru; askerlerin iktidarlarını ve “belirleme güçleri”ni kaybetmesi, gerçek manada halk iktidarının ve demokrasinin önünü açacak mı? Bu iki soruya doğru cevap verilmediği taktirde; hangi parti iktidar olursa olsun, Türkiye yerinde saymaya, Derin Devlet Türkiye’yi yönetmeye devam edecektir.

             Dikkatinizi çekiyorum; 15 Temmuz Darbesi sonrasında yapılan “operasyonlar” da ve soruşturmalarda da yine Gladio elemanları”na dokunulmuyor. Gladio’nun işlediği cinayetlerden; ‘Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis,  Ahmet Taner Kışlalı, Madımak katliamı, Başbağlar katliamı, Bingöl katliamı, Gaffar Okkan, Necip Hamlemitoğlu, Danıştay saldırısı, Muhsin Yazıcıoğlu ve Behçet Oktay dosyalarına dokunulmuyor. Oysa bu dosyalarda da; Gladio’nun ve “taşeron örgüt”ü FETÖ’nün parmak izleri var.

                Hergün Türkiye’nin değişik illerinde Derin Devlet; PKK, DHKP-C ve IŞİD imzası atarak bombalar patlatıyor, katliamlar düzenliyor, yüzlerce asker, polis ve vatandaş öldürülüyor; “kanları yerde kalmayacak, bunun hesabı sorulacak” diyerek nutuklar atan hükumetler; Abdullah Öcalan’ı, Şemdin Sakık’ı sorgulayıp, perdenin arkasındaki Gladiocuları tesbit etmek istemiyorlar. Murat Karayılan, Cemil Bayık gibi Gladio elemanlarına dokunamıyorlar. Hergün, Kuzey Irak’a “operasyonlar” düzenleyen Genelkurmay Başkanları --nedense- Kandil’deki Murat Karayılan, Cemil Bayık gibi PKK liderlerini yakalayamıyorlar.

                  Abdullah Öcalan ve Genelkurmay İstihbarat Dairesi arasındaki bağlantıyı çözdüğü için öldürülen Uğur Mumcu dosyasını açıp, Mumcu’nun katillerini bulmak istemiyorlar.

               Dün, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerini ve Madımak katliamını İslami kesim üzerine yıkan laik Sabetayistler gibi, bugün de İslamcı Sabetayistler, Derin Devlet’in taşeron örgütleri; PKK, DHKP-C ve IŞİD eylemlerini soruşturmak, Gladio’yu ortaya çıkarmak istemiyorlar. Derin Devleti görmezden geliyorlar. Dünün mağduru “İslamcı”ların bugün aynı “oyunu” oynaması ibretlik bir manzara. İnsanın midesini bulandırıyor.Hiç birisi terörün arkasındaki Gladio gerçeği ile, Derin Devlet gerçeği ile yüzleşmek istemiyorlar. Bu “ikiyüzlülük” ve “terörden siyasi rant elde etme” politikası devam ettiği için de Türkiye kandan, gözyaşından, terörden ve darbelerden bir türlü kurtulamıyor. Siyasetçiler güvenirliliklerini kaybediyorlar. Biz vatandaşların ödediği vergilerden oluşan Devletin bütçesi, “terörle mücadele” yalanı ile dağlara, taşlara bomba olarak, mermi olarak atılıyor, Siyonist Yahudi silah tekellerinin kasalarına akıtılıyor.

                  Demek ki, Türkiye’nin “pastasını paylaşmak” sözkonusu olunca; Laikçi Sabetayistler ile İslamcı Sebatayistler hiç tereddüt etmeden aynı “ortak noktada” buluşabiliyorlar. Aynı “tezgahta” yer alabiliyorlar. Aynı “kirli oyunlara” baş vurabiliyorlar.

                 Bir taraf laikliği ve Atatürk’ün ismini pazarlıyor, bir taraf “İslamcı”lığı  pazarlıyor.

               “İslam”cılar iktidar olunca, halkın çoğunluğu gibi, ben de; “İslam”cıların Türkiye’yi dönüştüreceğini, pislikten, kirden, faili meçhul cinayetlerden, terörden, hırsızlık ve yolsuzluklardan arındıracağına inanmıştım. Bugün “aldatıldığımı” anlıyorum.

                 Darbeler ve seçimler öncesinde terör olaylarının, faili meçhul cinayetlerin ve toplumsal olayların “hızlandırılması” terörün “siyasi rant” için kullanıldığının en güzel kanıtı değil mi?

                  Ak Parti şu gerçeği kabul etmek zorunda; “geçmişle hesaplaşılmadan, gelecek kurulamaz.” Satırbaşları ile sıralamaya çalıştığım Gladio olaylarını ve bağlantılarını araştırmadan, soruşturmadan, bu olayları organize eden “alçaklara” hesap sormadan, “Yeni Türkiye” söylemi bir safsatadan ve masaldan ibarettir.

                  Bu “terörle mücadele” nasıl bir oyunsa; Benim aklımın erdiği 1960 yılından beri devam ediyor, Ben 70 yaşına dayandım, hala “terörle mücadele” devam ediyor, terör bir türlü bitirilemiyor. 1960 yılından bu yana 57 yıllık zaman diliminde yüz bine yakın insan öldürüldü, Ülkenin bütçesi heder edildi. 80 milyon Türk halkının psikolojisi bozuldu.

                Peki, bu nasıl bir ülke ki, yapılan bunca ihanetler sineye çekiliyor, kimsenin sesi çıkmıyor. Bu ihanetler daha ne kadar devam edecek?

                2 Temmuz 1993 günü Sivas Madımak Oteli’nde 33 kişiyi yakan Gladiocular, ki bu yakılanların çoğunluğu Alevi kökenli idi. Bu katliamdan 3 gün sonra da 5 Temmuz 1993 günü yine “akşam karanlığı” basınca Erzincan/Kemaliye/Başbağlar Köyü’nde 33 Sünni vatandaşı kurşuna dizerek katletmişlerdi. Hinoğlu hinliğe bakın ki, Madımak Oteli’nde yaktıkları insan sayısı ile Başbağlar’da katlettikleri sayıyı eşit tutmuş; Sivas’ta Aleviler arasında propaganda yaparak; “Madımak Oteli’nde yakılanlara fazla üzülmeyin, Başbağlar’da intikamınızı aldık” demişlerdi. Madımak Katliamına “İslamcı imzası”, Başbağlar katliamına da “PKK imzası” atmışlardı. Bu dosyaları da ustaca kapatmışlardı. Amaç! Bölgede bir Alevi-Sünni çatışması çıkarmaktı.

               Bu “33”lü katiliamlar da dikkat çekiyor. Bu “33” rakamının bir imza olduğu anlaşılıyor. Bunlara bazı örnekler vermek istiyorum:

               1937-38’de yaşanan dersim İsyanı’nda, Pertek ile Hozat arasında bulunan Hozat çayı üzerinde bulunan Singeç köprüsünün, isyancılar tarafından yıkıldığı ve bu köprünün başında bulunan Sin karakolunda “33” askerin öldürüldüğü iddiası var. Eğer, bu iddia doğruysa, bu “33” askerin Dersim kıyımına zemin hazırlamak için bizzat İttihat’çılar tarafından öldürüldüğü iddiası da var. Söz Dersim İsyanı’ndan açılmışken iki isme de dikkat çekmek istiyorum. Ve bazı olaylara kısaca değimek istiyorum. Çünki olaylar hep birbirine bağlı.

               Bu isimlerden biri Mehmet Nuri Dersim-i, diğeri Abdullah Öcalan’ın kayınpederi Mehmet Ali Yıldırım. Bunların ön isimleri “Mehmet” de dikkat çekiyor. Bu iki isim “Dönme” olabilir mi?

               Mehmet Nuri Dersim-i, Dersim İsyanı’ndan önce Sivas’ta yaşanan Koçgiri İsyanı’nda “organizatör” olarak kullanılıyor. İstanbul’da Baytar okulunu bitirdikten sonra, bizzat resmi görevli olarak Devlet tarafından Sivas Bölgesi’ne veteriner olarak gönderiliyor. 1921 Koçgiri İsyan’ında Koçgiri’li (İmranlı) Haydar ve Alişan Bey’lerin en yakınında yer alıyor. Sivas’taki çoğu Alevi köylerini geziyor ve örgüt faaliyetlerinde bulunuyor. Sivas’tan da evleniyor. Ve “Koçgiri İsyanı”nda, 132 Kürt Alevi Köyü haritadan siliniyor, halkı katliama uğruyor, malları, servetleri, karıları, kızları, Giresun’dan getirilen Topal Osman ve silahlı adamları tarafından yağmalanıyor. Kürtlerin servetini yağmalayanlar sadece Topal Osman ve adamları değil, “93 Harbi”nde, Rusya’dan kaçıp gelen Yahudi asıllı  ailelerden İmranlı ilçesine özel olarak yerleştirilen ve bu isyanda önemli roller üstlenen “Karslı” rumuzu ile anılan aileler de Kürtlerin servetini yağmalıyorlar.

                Topal Osman, bu başarısından sonra Atatürk’ün “korumalığı”na terfi ettiriliyor. “Özel ordusu” ile Ankara/Çankaya Köşkü’ne taşınıyor. Tıpkı, “hemşehrisi” Recai Birgün’ün “Çakma Umut Operasyonu”ndan sonra, Bülent Ecevit’in “korumalığına” terfi ettirildiği gibi.

              Topal Osman’ın Atatürk’ü, “korumalık” görevi Atatürk’ün muhalifi Trabzon milletvekili ve Tan gazetesi sahibi Ali Şükrü Bey’i öldürdüğü 26 Mart 1923 gününe kadar devam ediyor. Topal Osman’ın, Ali Şükrü Bey’i öldürdüğü tesbit edilince, bu cinayette Atatürk tarafından kullanıldığını ve kendisinin de öldürüleceğini anlayan Topal Osman, Atatürk’ü öldürmeye yelteniyor ve Çankaya Köşkü’ne hücum ediyor. Atatürk’ü bulamayınca, kapıyı kırıp içeri giriyor, eşyaları parçalamaya başlıyor. Bu, Topal Osman’ın son çırpınışlarıdır.

              Ali Şükrü Bey’i Topal Osman’ın öldürdüğü tesbit edilince, Atatürk, tehlikeyi sezmiş, eşi ile Çankaya Köşkü’nden “gizlice” ayrılarak, Ankara istasyonundaki eve taşınmıştır. Sonunda Topal Osman öldürülerek, Ankara/Ulus Meydanı’nda eski TBMM binası önünde ayaklarından darağacına asılıyor. Böylece, Topal Osman’ın, “İttihat Terakki tetikçiliği” sona eriyor. İttihatçıların ve torunlarının; “kullan, kullan öldür” kuralı Topal Osman için de işletiliyor. Günümüzde de birçok Kontrgerilla tetikçisi, görevini tamamlayınca öldürülüyor.

               Koçgiri İsyanı bastırıldıktan sonra, İsyanı bastıran Merkez Ordusu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa’nın Sivas’ta kendisi ile birlikte görev yapan damadı Korgeneral Abdullah Alpdoğan Dersim’e “Umumi Müfettiş-Vali” olarak atanıyor ve Dersim’e gidiyor. Tam bu günlerde, Sivas’ta “görevi”ni tamamlayan Dersimli Mehmet Nuri Dersim-i’de Sivas’tan ayrılarak Dersim’e geçiyor. Dersim’de de Abdullah Alpdoğan ile görüşüyorlar.

               Mehmet Nuri Dersimi’nin Elazığ’da sık sık görüştüğü kişilerden biri de Mehmet Ali Yıldırım’dır. Mehmet Ali Yıldırım da Kürt Alevi kökenli, Dersim/Mazgirt’li bir vatandaştır. Mehmet Ali Yıldırım, Mazgirt’ten göçerek Elazığ/Karakoçan’a yerleşiyor. Her iki Kürt/Alevi kökenli Mehmet Nuri Dersim-i ve Mehmet Ali Yıldırım’ın Elazığ’da sık sık görüşmeleri ilginçtir. Her ikisinin de “askeri istihbarat” ile ilişkilerinin olduğu iddiaları var.

               Dersim’li Kürt Alevilerin de kırımdan geçirilmesinden sonra, Mehmet Nuri Dersim-i, Dersim katliamından sonra, Suriye’ye kaçıyor. Gerek Sivas/Koçgiri’de, gerekse Dersim’de on binlerce Kürt Alevi öldürülmesine rağmen, Mehmet Nuri Dersim-i’nin kılına dokunulmaması ilginçtir.

                  Bu “kırımlarda” görev alan Sakallı Nurettin Paşa ve Abdullah Alpdoğan’da askerlik görevleri sona erince soluğu TBMM’de alıyor ve milletvekili seçiliyorlar.

                  Mehmet Ali Yıldırım da Bölge’de “görevi”ni tamamladıktan sonra Elazığ/Karakoçan’dan göçerek Ankara’ya yerleşiyor.

                Mehmet Ali Yıldırım, Ankara’ya taşındıktan sonra, artık PKK’nın kuruluş hazırlıkları yapılmaktadır. Bu aşamada  Mehmet Ali Yıldırım, “hizmet sunduğu” istihbaratçılar kanalıyla Abdullah Öcalan ile ilişki kuruyor ve kızı Kesire Öcalan’ı Abdullah Öcalan ile evlendirerek, Öcalan’ın kayınpederi oluyor. O yıllarda Aleviler ile Sünniler arasında kız alıp-vermeler pek mümkün değildi. Alevi kökenli Mehmet Ali Yıldırım’ın kızını, Sünni kökenli Abdullah Öcalan’a vermesi ilginçtir. Belli ki bu “çöpçatanlık” ta bazı askeri istihbaratçılar rol oynamıştır.

                  Dersim’li Mehmet Ali Yıldırm-Abdullah Öcalan ilişkisi, 1937’li-1938’li yıllarda uygulanan “Dersim Kıyımı”ndan, 1980’li yıllardan itibaren Abdullah Öcalan ve PKK isimleri üzerinden sürdürülecek “Düşük Yoğunluklu İç Savaşa”a uzanan zincirin en önemli halkasını teşkil etmektedir. Dün, Mehmet Ali Yıldırım’ı İttihatçılar kullanıyordu, bugün Abdullah Öcalan’ı onların torunları kullanıyor. Oyun aynı oyun.

                 Abdullah Öcalan, PKK çalışmalarını bazen  kayınpederi Mehmet Ali Yıldırım’ın evinde, bazen de askeri istihbaratçı Pilot Necati Kaya’nın evinde yapıyor. Daha sonra eşi Kesire ile Diyarbakır’a taşınıyor.

                 Öcalan,1980 Darbesi’nden kısa bir süre önce Suriye’ye gönderiliyor  ve 12 Eylül 1980 Darbecilerinin yönetimi sivillere teslim etmesinden sonra da Türk halkı 1984 yılından itibaren PKK terörü ile tanışmaya başlıyor. Artık işlenen cinayetlere, tertiplenen terör olaylarına Abdullah Öcalan ve PKK “imzası” atılacaktır. Bu kısa ön bilgiden sonra şimdi diğer, “33”lü cinayetleri sıralayalım.

              Yine, 1943 yılında Van/Özalp’te 3. Ordu komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emri ile “33” köylünün kurşuna dizilmesi olayı var. Mustafa Muğlalı ismi katliamlarla anılıyor. 1926 yılından sonra Elazığ ve Tunceli Bölgesi’nde görev yaparken yüzlerce vatandaşı katlettiği biliniyor. Yine 23 Aralık 1930 “Menemen Olayı”ndan sonra kurulan Askeri Mahkeme’nin başına Mustafa Muğlalı getiriliyor. Yüzlerce insanı cezaya çarptırıyor, 28 vatandaşa idam cezası veriyor ve idam edilmelerini sağlıyor.

               Yine, 1993’te Bingöl’de “33” askerin şehit edilmesi olayı var.

               Ve 1993’te Madımak’ta ve Başbağlar’da “33” vatandaşın katledilmesi olayları var.

               Bu “33”lü cinayetlerin bir simge olduğu ve “33” sayısının bir imza olduğu kanaatini taşıyorum. Bu ne olabilir?

               Mason’lukta bir “33. Derece” var. Bu “33.” Derece; “Büyük Genel Müfettiş” anlamına geliyor. Türk Mason’ları da “33” Dereceli Skoç Riti’ne bağlı olarak faaliyet gösteriyorlar.

               Yukarıda örneklerini verdiğim katliamlardaki “33” rakamı, bu cinayetlerin emrini

“33.Derece”deki Genel Müfettiş Mason’un verdiği anlamına mı geliyor? Bu sorunun cevabını araştırmacılara bırakıyor ve devam ediyorum.   

               1990’lı yıllarda Sivas Bölgesi’ndeki bu terör olaylarını organize edenler; Genelkurmay İstihbarat Dairesi subayları; Albay Tandoğan Koparal, babası Şükrü Koparal, Binbaşı İlhan Ertekin, JİTEM Astsubayı Şükrü Anafarta, Polis Müdürü Zekai Serici, Komiserler; Mehmet Bağır Akkamış, Mehmet Ali Adıyaman, Hüseyin Demirel, polis memurları İsa Elmas, Tahir Albayrak, Şükrü Gürses, Bayram Tekeli, savcılar; Ömer Kaya, Adem Çetiner ve hakim Atilla Kaya gibi isimler ve isimlerini tesbit edemediğim bazı subaylar idi.Sivas başta olmak üzere Bölgede kadın ticareti, uyuşturucu ticareti ve hırsızlık faaliyeti yürütüyorlar, cinayetler işliyorlardı. PKK’nın Doğu ve Güneydoğu’dan gönderdiği uyuşturucuları ve Gaziantepli Yaprakların ürettiği “Captagon” haplarını, hem Sivas’ta pazarlıyorlar, hem de JİTEM arabaları ve gazete dağıtım arabaları ile Sivas üzerinden Ankara/Batıkent’e sevk ediyorlardı. Terörü yönetenler ile, fuhuş uyuşturucu ve hırsızlık faaliyetlerini yönetenler aynı kişilerdi. Perdenin arkasında ise Genenelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Daireleri vardı. Bu konularda Sivas ve Ankara  valilik ve cumhuriyet başsavcılıklarına, İçişleri ve Adalet Bakanlıklarına, Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı’na onlarca dilekçe vermeme rağmen bu çeteciler hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Soruşturmalar bir noktaya kadar gidiyor, orada tıkanıyordu.Ve bu faaliyetler bugün hala devam ediyor.

                   Şu anda, Alibaba Mahallesi’nde bulunan Şehit Rüstem Demirbaş (Osman Nuri Gezmen) Polis Merkezi’nde görevli polis memuru Yusuf isimli şahsın da  (kullandığı cep numarası; 0505 318 58 23) fuhuş, uyuşturucu ve hırsızlık faaliyetlerini organize ettiği iddia ediliyor. Bu şahsın sorgulanması halinde çetenin Sivas’taki elemanları ve Ankara bağlantıları ortaya çıkarılacaktır.

                  Gladio Çetesinde emeklilik yok, çetenin elemanları ölünceye kadar çeteye hizmet ediyorlar. Bir “ekip” emekli olunca, ya da bir başka il’e tayin olunca hemen o ekibin yerini başka bir ekip alıyor. Ekip tam teşekküllü olarak çalışıyor; Polis merkezlerinde, Emniyet Müdürlüğü’nde, Jandarmada, Adliyede, hastanelerde ve çeşitli devlet kurumlarında elemanları mevcut. Bir de “sivil” uzantıları var. Bu faaliyetler, öyle üç-beş kişi ile yürütülmüyor.

                  Sivas’ta da “Selanikli” ve “Karslı” rumuzu ile anılan yerleşik epey aile var. Yahudi asıllı bu aileler, Mason-Sabetayist İttihatçılar tarafından kırımdan geçirilen Ermeni ailelerin evlerine ve yerlerine yerleştirilmişler.

                  “Kars”lı savcı Ömer Kaya, hakim Atilla Kaya, Emniyet Müdürü Zekai Serici, Komiserler Mehmet Bağır Akkamış ve Mehmet Ali Adıyaman… Sivas’a gelince, bu “Selanikli” ve “Karslı” ailelerden bazıları ile irtibat kurdular bunların evlerini fuhuş ve uyuşturucu merkezi olarak kullanmaya başladılar. Belli ki, bu ailelerin isim listesi “Özel Harp’in elinde var. Bu “kural” her ilde işletiliyor.

                  Kontrgerilla Sivas’ta tertiplediği her “toplumsal olay”da, bu aile fertlerinden yararlanıyor. 2 Temmuz 1993 günü yakılan Madımak Oteli yangınında da bu ailelerin bazılarını kullandılar. Sokaklarda yürütülen kalabalığın “çekirdek kadrosu” bu aile mensuplarından oluşuyordu.

                  12 Eylül Darbesi’ne zemin hazırlamak için organize edilen, 10 kişinin öldürüldüğü, Alevilere ait yüzlerce ev ve işyerinin yağmalandığı, yakıldığı ve tahrip edildiği

3-4 Eylül 1978 tarihinde Sivas’ta organize edilen Alevi-Sünni çatışmasında da bu ailelerden bazıları kullanıldılar.

                   Ankara’dan Sivas’a “özel olarak” gönderilen Emniyet Müdürü Zekai Serici 1990’lı yıllarda bu “çete faaliyetlerini” organize edip, yürütürken; Sivas valiliği koltuğunda Bekir Aksoy oturuyordu.

                   Zekai Serici ve diğer çete elemanlarının faaliyetlerini bir dilekçeye yazarak,  6.9.1990 günü hem Sivas basınına, hem de, Sivas valisi Bekir Aksoy’a sunmuştum.

                  Makamında eline verdiğim dilekçeyi okuyan Bekir Aksoy, dilekçeyi okuyunca korkudan “titremeye” başlamış, masasından kalkarak o iki metrelik boyu ile bana saldırmış, beni döğmeye kalkışmıştı.

                   Bu dilekçemin basına verilmesini gerekçe gösteren vali Bekir Aksoy, vali Yardımcısı Nuri Gül ve gazeteci Fikret Ünsal, Zekai Serici’nin “talimatları” ile bir komplo kurarak, hakkımda müfettiş Ahmet Şimşek’e bir rapor hazırlatmışlar, “basına bilgi verdiğim için; Bir yıl kademe ilerleme cezası vermişler, bilahare de beni Yozgat’a sürgün etmişlerdi.”

                   Bu “komplonun” figüranlarından gazeteci Fikret Ünsal’ı önce gazete sahibi yaptılar. Anadolu gazetesini Nihat Doğan’a baskı yaparak, Fikret Ünsal’a devrettirdiler. O’nu “gazete patronu” yaptılar, daha sonra da Özel İdare’ye ait Sivas/Kangal Balıklı Kaplıcaları’nın “40 yıllık işletme hakkını” bedava bir ücretle Ünsal’lara verdiler, Ünsalları zengin ettiler. Bu kaplıcaların Ünsallar’a devredilmesi için o tarihlerdeki Sivas valisi Aydın Güçlü yoğun çaba sarfetti. Encümen azalarına baskı uyguladı. Sivas’ın bu “karanlık dönemi”nden, en fazla yararlanan kişilerden biri de Sivas’ın “karanlık isimleri”nden Fikret Ünsal oldu. Fikret Ünsal ve gazetesi Anadolu, artık Sivas’ta Gladio’nun yürüttüğü yasadışı faaliyetleri “perdelemekle” görevlendirildi. Çetenin üzerine kim gitmek istediyse karşısına Fikret Ünsal dikildi.

                   “Komplo”nun baş aktörü Vali Bekir Aksoy ise 1993 yılında “paraşütle” İçişleri Bakanlığı, Müsteşarlık koltuğuna oturtuldu, emekli olunca da Önce Tansu Çiller’in “A Takımı” arasına girdi, milletvekili ve Devlet Bakanı oldu. Daha sonra da MHP milletvekili oldu. Mehmet Ağar’ın Emniyet Genel Müdürü olduğu bir dönemde, Bekir Aksoy’un Müsteşar olması ilginçti.

                   Gazeteci Hakan Akpınar’ın, “28 Şubat-Post-Modern Darbe’nin Öyküsü” isimli kitabında yazdığına göre; “Devlet Bakanı Bekir Aksoy, bazen 28 Şubat Darbecileri ile Başbakan Tansu Çiller arasında ‘arabuluculuk’ yapıyor, bazen de, Darbeciler ne zaman darbe yapacaklar diye geceleri Genelkurmay Karargahı’nın ışıklarını kontrol ediyormuş.” Çorum’lu Bekir Aksoy’un Darbeciler ile olan “derin irtibatı”nı ve Onlardan korktuğunu, Sivas valilik koltuğunda otururken “titremesi”nden anlamıştım zaten. Hakan Akpınar’ın yazdıklarını okuyunca, Bekir Aksoy’un 1990 yılında valilik koltuğunda titremesini hatırladım.

                  “Komplo”nun diğer aktörü Vali Yardımcısı Nuri Gül’ü ise, Bursa/İnegöl Kaymakamlığını yürüttüğü 1997 yılında, gece Kaymakamlık binasının üçüncü katından aşağı atarak öldürdüler, olaya “intihar süsü” verdiler. Nuri Gülün niçin öldürüldüğü araştırılmadı.

                   Zekai Serici’yi “koruyan” isimlerden biri olan vali yardımcısı Hasan Gürsoy’da, aynen Bekir Aksoy gibi makam odasında bana saldırdı, beni ısırmaya kalkıştı. O sırada makam odasında bulunan bir vatandaş Hasan Gürsoy’u tutarak, beni ısırmasını önledi.

                   Bekir Aksoy, Nuri Gül ve Hasan Gürsoy’un koruduğu Zekai Serici, Sivas’tan Burdur/Bucak ilçesine Emniyet Müdürü olarak gönderildi. Bucak’ta da aynı çete faaliyetlerine, JİTEM astsubayı Şükrü Anafarta ile birlikte devam ettiği için, Burdur milletvekilleri Zekai Serici’yi İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’na  şikayet ettiler. JİTEM  astsubayı Şükrü Anafarta dahA önce Sivas’ta da Zekai Serici ile birlikte çete faaliyetleri sürdürüyordu. Benim ve Burdur milletvekillerinin şikayeti üzerine, Gazioğlu, Zekai Serici hakkında soruşturma açmaya hazırlanırken, hemen Bakanlık görevinden alındı. Bu kadar pisliğin içinde yüzen Zekai Serici gibi bir “alçak” Burdur’dan Denizli’ye Emniyet Müdür Yardımcısı olarak atandı. Kimse O’na hesap soramadı. Orada da çete faaliyetlerine devam etti. Gazioğlu, Bakanlıktan alındıktan sonra, kendisine TBMM’de görüşerek; “Zekai Serici hakkında bir işlem yaptınız mı? Diye” sordum. “Bakanlık görevinden alındığım için yapamadım, Bakanlıktan ayrılırken Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’a gerekli bilgi ve evrakları vererek, işlem yapmasını istedim” dedi. Mehmet Ağar’ın Zekai Serici hakkında işlem yapması şöyle dursun, bu alçağı Denizli’ye Emniyet Müdür Yardımcısı yaptı.

                   Sayın okuyucular; Türkiye’nin neden bu halde bulunduğunu, bizlere bu acıları yaşatanların kimler olduğunu, Devletin makamlarının kimler tarafından işgal edildiğini, o makamlara nasıl geldiklerini, bu makam sahiplerinin emekli olunca, neden TBMM’ne koşup, milletvekili ve bakan olduklarını daha iyi anlamanız için bu gerçekleri yazıyorum. Türkiye, bugün de, dünden farklı değil…

                   Özel Harp Dairesi’nin düzenlediği  6-7 Eylül 1955 yılında İstanbul’da organize edilen Rumlara ait ev ve işyerlerinin yağmalandığı organizasyonda da, yine Sivas’taki  Yahudi asıllı ailelerden 145 kişinin “özel olarak” seçilerek İstanbul’a götürüldüğü ve olaylarda kullanıldığı, bizzat dava dosyalarında mevcut.

                   Sadece Sivas’tan değil, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111 kişi de İstanbul’a götürülüyor ve 6-7 Eylül 1955 Olayları’nda kullanılıyorlar. Belli ki, bu kişiler de Yahudi asıllı ve Sabetayist Tarikatı mensupları.

                   En çok kişi de Eskişehir’den götürülüyor. Eskişehir’de Yahudi asıllı önemli bir “muhacir” nüfus mevcut.

                   1993 yılı Madımak Katliamı’ndan sonra Sivas’a vali olarak atanan Aydın Güçlü ve Emniyet Müdürü olarak atanan Celalettin Cerrah’ın da Eskişehirli bu Yahudi asıllı, Muhacir kökenli ailelerden oldukları iddia ediliyor. Dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, Aydın Güçlü ve Celalettin Cerrah’ın Gladio bağlantılarını tesbit etmiş ve görevden almıştı. Abdülkadir Aksu, İçişleri Bakanı olunca, Celalettin Cerrah’ı valiliğe tefi ettirerek, İstanbul’a Emniyet Müdürü olarak atamıştı. Ak Parti hükumeti, İstanbul halkını soygundan kurtarmak için, sonunda  Celalettin Cerrah’ı Osmaniye’ye vali atayarak İstanbul’dan uzaklaştırdı.

                     Aydın Güçlü Sivas valiliği koltuğunda otururken; İçişleri Bakanlığı’nda görevli bir yetkili bana; “Bu adamı nasıl vali yapmışlar, bu adam askeri okul mezunu, bu bilmeceyi çözemiyoruz” demişti. O yetkili, Masonların ve Sabetayistlerin “derin sırrı”nı bilmiyordu. 

                   Özel Harp Dairesi’nin “tertiplediği” 6-7 Eylül 1955 Olayların’da suçlu sandelyesine oturtulan 48 kişilik solcu ve kominist düşünceli kişi de tutuklanmıştı. Bu tutuklananlar arasında Aziz Nesin ve Asım Bezirci’de vardı.

                   Masonların ve Sabetayistlerin “hinoğlu hinliğine” bakın ki, 6-7 Eylül 1955 Olayları’ndan 38 yıl sonra, aynı Özel Harp Dairesi’nin düzenlediği 1993 Madımak Katliamı’nda da Aziz Nesin ve Asım Bezirci’yi Sivas’a getirmişlerdi.

                   Sivas Jandarma Alay ve Tugay Komutanlıklarında görevli bazı askeri istihbaratçılar ile, Sivas Emniyet Müdürlüğü, Terörle Mücadele Şubesinde görevli bazı polislerin hazırladığı ve Sivas Emniyet Müdürlüğü’ne ait 238537.. numaralı fakstan; basın organlarına ve kitle örgütlerine gönderilen ve Sivas Olayları’nın temelini teşkil eden “İslami Bildiriler”de; Aziz Nesin’in, Aydınlık dergisinde yayınladığı “Şeytan Ayetleri” kitabına atıfta bulunuluyor, Aziz Nesin “Dinsiz” olarak tanımlanıyor ve “Baş aktör” ilan ediliyordu. 1955 Olayları’nda “Kızıl Kominist” olarak tutuklanan Aziz Nesin’e konjoktüre uygun olarak, 1993 yılında Sivas’ta, biçilen yeni rol, “Dinsizlik” idi. Bu bildirileri hazırlayanlar ile, Aziz Nesin’e Aydınlık dergisinde “Şeytan Ayetleri” kitabını yayınlatanların aynı” ekip” oldukları anlaşılıyordu.

                 Aziz Nesin, Şeytan Ayetleri kitabının bazı bölümlerini 26 Mayıs 1993 tarihinden itibaren Aydınlık dergisinde yayınlamaya başlamıştı. Yani “Sivas Katliamı”ndan yaklaşık 35 gün önce. Sivas’ta yayınlanan “İslami Bildiriler’de, bu yayının gerekçe gösterilmesi, “Madımak Katliamı”nın önceden adım adım planlandığını gösteriyordu.

              Kafa karıştıran diğer bir husus ise; Aziz Nesin’in MİT ajanı olduğunun iddia edilmesi idi. MİT mensubu Neşet Güriş, 2007 yılında Tempo dergisine verdiği bir röportaj’da şöyle diyordu; “..Aziz Nesin’in bilinmeyen bir tarafı vardı. Milli Emniyet’e (MAH) çalışıyordu…” Aziz Nesin, Ordu’da Üsteğmen rütbesinde çalışırken atılmıştı.

                 Diğer önemli bir ip ucu ise; 1993 yılı Şubat ayı içinde, Nevşehir ve Bayrampaşa cezaevlerinde bulunan bir kısım PKK’lı, DHKP-C’li ve TİKKO mensubu teröristin firar ettirilerek, bazı askeri istihbaratçılar tarafından Sivas’a taşınmaları idi. Plan adım adım işletiliyordu.

                1989 yılında Kominist Blok çökmüş, “Kominizmle Mücadele Dernekleri” görevlerini tamamlamış, “Kominizm’le Mücadele” devri sona ermiş, devir, “İslamcıları” düşman ilan etme, “İslamla Savaş” devri idi.

                Başını Amerika ve İsrail Yahudileri’nin çektiği “Küresel Siyonist Çete” 1990 yılında “İslamla Savaşı”, Türkiye’deki “Çocukları” eliyle, yine Türkiye’de başlatmışlardı.

               1990 yılından itibaren Atatürkçü ve Laik aydınlardan; Cumhuriyet gazetesi yazarları Turan Dursun, Muammer Aksoy,  Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu öldürülmüş, bunların katilleri olarak “İslamcılar” ilan edilmiş, şimdi de Madımak Oteli’nde Aleviler yakılarak, Laik-Antilaik Savaşı’na, Alevi-Sünni Savaşı” da eklenmişti.

              Gözlerini kan bürümüş ve kudurmuş Mason ve Sabetayist Darbeci Paşalar, 28 Şubat Darbesi’nin hazırlıklarını yapıyorlardı. 12 Eylül Darbesi öncesinde olduğu gibi, yine kabak Alevilerin başında patlamıştı. 

              Bu “yeni savaş” sürecinde Cumhuriyet gazetesinin yazarları öldürülürken, yine Cumhuriyet gazetesinin yazarlarından “Gladio elemanı” olduğu iddia edilen Sami Karaören’in, Madımak Katliamı” hazırlıkları yapılırken, Asım Bezirci ve Aziz Nesin ile Sivas’ta bulunması dikkat çekiyordu. “Kurbanlar” Madımak Oteli’nde yakılırken –nedense- aralarında Sami Karaören yoktu. Hasan Cemal, “Cumhuriyeti Çok Sevmiştim isimli kitabında; Sami Karaören’i “ajanlıkla” suçluyor ve bu çetenin öldürdüğü Bahriye Üçok’un makalelerini Cumhuriyet gazetesinde yayınlatmak için yoğun çaba sarf ettiğini” yazıyor.

             Uğur Mumcu cinayeti ve Madımak katliamı’nın üzerine gideceğini umarak, bu yazdıklarımın kısa bir özetini teşkil eden bir raporu, Cumhuriyet gazetesinin o zamanki Ankara temsilcisi ve Uğur Mumcu’nun “köşesinde” yazılar yazan Mustafa Balbay’a vermek üzere, Cumhuriyet gazetesinin Ankara bürosunda, Balbay’ın “makam odası”na girdiğimde; beni takip eden  “istihbaratçı”nın Mustafa Balbay ile “samimi” sohbet yaptığına tanık olunca, kanım donmuş, şaşırmıştım. Bu cinayetler işlenirken bir taraftan da aynı Mustafa Balbay; İlhan Selçuk ile Cumhuriyet gazetesine “Genç subaylar rahatsız” manşetleri atıyorlardı.

             Ermeniler’in “serveti” üzerinden filizlenen “İttihatçıların yayın organı” Cumhuriyet gazetesi, Menemen Olayı’nda olduğu gibi, bu yeni dönemde de yeni bir “görev” üstlenmişti. Bir taraftan yazarları öldürülüyor, bir taraftan bu “cinayetler” reklama dönüştürülüyordu.

                  Zavallı Aziz Nesin, yangın öncesinde, 1 Temmuz 1993 günü, Sivas Kültür Merkezi’nde Aleviler’e yaptığı konuşmasında; “ Pir Sultan Abdal hakkında çok bilgiye sahip değilim. Doğrusu Sivas’a niçin getirildiğimi anlamış değilim” diyordu. Hani, Başbakan Bülent Ecevit’in; “Amerikalılar Abdullah Öcalan’ı bize neden teslim ettiler, anlamış değilim” diyordu ya,  Aziz Nesin’de, Sivas’a niçin getirildiğini anlamış değildi. İsmi üzerinden Sivas Madımak Oteli’nde tertiplenecek yeni bir “Özel Harp katliamı”ndan habersizdi.   

                  6-7 Eylül 1955 Olayları’nda “kızıl kominist olarak” tutuklanan Asım Bezirci Madımak Oteli’nde diri diri yakılırken, Aziz Nesin canını zor kurtarmış, Masonların ve Sabetayistlerin Derin Devleti “yeni bir operasyonu” başarı ile tamamlamıştı. Amaç; Alevileri ve Sünnileri birbirine kırdırmak, bu savaşı Türkiye geneline yaymak ve  28 Şubat Darbesi’ni “kanlı” yapmaktı. Sivas’lı Alevi ve Sünni’lerin sağ duyusu bu planı bozmuş, 28 Şubat Darbesi’nin kansız olarak yapılmasını sağlamış ve 1997 yılına sarkmasına sebep olmuştu.

                   CIA ve MOSSAD’ın düzenlediği bir “operasyon”la, 11 Eylül 2001 yılında, Amerika’daki İkiz Kuleler’in vurulması ile,  “İslamla Savaş” daha da hızlandırıldı. Afganistan ve Irak işgal edildi. Afganistan’da dört milyon, Irak’ta bir buçuk milyon insan öldürüldü.

                    İsrail’in önemli projelerinden olan ve Türkiye, İran, Irak ve Suriye toprakları üzerinde kurulması planlanan Kürt Devleti’nin temeli, Irak işgalinden sonra, Kuzey Irak’ta atıldı. Kuzey Irak’ta Kürt Devleti kuran Barzani’lerin de Yahudi asıllı oldukları iddia ediliyor.

                  Tunus, Libya, Bahreyn, Yemen, Mısır ve Suriye bir iç savaşa sürüklendi. Türkiye, Suriye’deki iç savaşın bir parçası haline getirildi. 4 milyon Suriyeli Türkiye’ye geldi. Türkiye, insan kaybı yanında, bütçesinden milyon dolarları da bu iç savaş nedeniyle harcıyor.

                   1990 yılında laik aydınların öldürülmesi ile başlatılan ve 1993 Madımak katliamı ile zirveye çıkarılmak istenen “İslamla Savaş’ın son boyutu şimdilik bu.

                   Bu gerçekleri göremeyen, gözlerini iktidar hırsı bürümüş, nefsinin peşine düşmüş, dar kafalı siyasiler 15 Temmuz Darbesi’nin perde arkasını aydınlatabilir mi? Bu cinayet dosyalarının kapağını açabilir mi?

                  15 Temmuz Darbesi’nde görev alanların kimlik ve kökenlerine mercek tuttuğunuzda da aynı “Derin Devlet”in ve aynı “ırkın” mensuplarının görev aldığını kolayca görebiliyorsunuz. Bu bağlantılar ortaya çıkarılmadan terör ve darbeler önlenebilir mi? 

                  Peki, Bu Gladio’cuların Sivas Bölgesi’nde kullandıkları PKK’lı, DHKP-C’li ve TİKKO’cu teröristler Sivas’a ne zaman getirildiler?

                  1993 yılı Şubat ayında; Sivas’ta hazırlanan “askeri elbiseler” Nevşehir Cezaevi’ne, “İnfaz Koruma Memuru elbiseleri” de İstanbul/ Bayrampaşa Cezaevi’ne gönderildiler. Bu elbiseler, cezaevlerinde bulunan PKK’lı, DHKP-C’li ve TİKKO’cu teröristlere giydirilerek firar ettirdiler. Nevşehir Cezaevi’nden 18, İstanbul Bayrampaşa Cezaevi’nden ise 7 teröristin firar ettirildiği bizzat dönemin Adalet Bakanı Seyfi Oktay ve İçişleri Bakanı İsmet Sezgin tarafından basına açıklandı. Bu teröristler firar ettirildikten sonra Sivas’a getirildiler ve bölgede kullanılmaya başladılar. Başlarına da Şemdin Sakık’ı komutan olarak getirdiler. Şemdin Sakık’ın Bölgedeki komutanlık görevi böbrekleri hastalanıncaya kadar devam etti. Böbrekleri hastalanınca Kuzey Irak’a gönderdiler, orada da teslim aldılar. Ne Adalet Bakanlığı, ne de İçişleri Bakanlığı bu firar olaylarının perde arkasını aydınlatamadılar. Çünki, perdenin arkasında Jandarma Genel Komutanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı İstihbarat Daireleri vardı. Bu firar olayını planlayanların en önemli ismi ise Albay Tandoğan Koparal idi.

                  Bu firar olayından sonra Nevşehir Cezaevi savcısı Adem Çetiner’i “sürgün kılıfı” ile Sivas Adliyesine savcı olarak gönderdiler, kendi davalarını takip ettirdiler. Benim, bu çeteciler hakkında Sivas Adliyesine vermiş olduğum onlarca ihbar ve şikayet dilekçeme Savcı Adem Çenir’e takipsizlik kararı verdirdiler. Savcı Adem Çetiner’e; “Sizi Sivas’a neden gönderdiler? Diye sorduğumda; “Ben de anlamadım” dedi.

                  Sivas Kuyumcular Derneği Başkanı Bünyamin Somtaş ve iş arkadaşı Metin Kılıç’ın cinayet dosyasını da Savcılar Ömer Kaya ve Adem Çetiner’e kapattırdılar. Bu savcıların da bu kuyumcuların servetinden pay aldıkları iddia edildi.

                   Sadece Adem Çetiner’i kullanmadılar. Sivas Cumhuriyet Başsavcısı Oktay İrdem’e de kanca taktılar, O’nu şantajla kontrol altına aldılar; hem diğer çete dosyalarını, hem de Madımak dosyasını kapattırdılar. Kendilerine ulaşılmasını engellediler.

                   Oyunu görüyorsunuz! Adamlar “askeri elbisesi” ve “gardiyan elbisesi” giydirip Sivas’a getirdikleri teröristler ile yetinmiyorlar, kendilerini koruyacak savcıyı da Nevşehir’den Sivas’a getiriyorlar. Devletin ve hükumetlerin bunlara gücü yetmiyor. Hiçbir yetkili bu dosyaları açamıyor.

                  Bu “alçak”çeteciler, Sivas Madımak Oteli Katliamı’ndan önce Sivas’a yığınak yapıp, hazırlıklar yaparken; Kendisine iki defa dilekçe verdiğim ve bu çete hakkında hiçbir işlem yapamayan, Mason Süleyman Demirel’in “sağ kolu” İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, bu firar olaylarını soran gazetecilere; sözcükleri geveleyerek, “şey şey” diye geveleyerek, “Büyük Devlet Adamı” edası ile; “Bu firar olayları birer tesadüftür” diyebiliyordu.  

                   Peki, Bu teröristlerin peşinden savcı Adem Çetiner’i Nevşehir’den Sivas’a gönderen kimdi? Bu tayinleri kim yapıyordu?

                  O dönemde bu çeteciler ile irtibatlı olan Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdür Yardımcısı Hakim Abuzer Duran idi. Bunların Adalet Bakanlığı içindeki işlerini bu şahıs takip ediyordu. Sivas Cumhuriyet savcısı Ömer Kaya hakkında Adalet Bakanlığı’na vermiş olduğum bir dilekçeyi Abuzer Duran kapatmış, Ömer Kaya’yı aklamıştı.

                   Adalet Bakanlığı’na her uğradığımda; beni takip eden emniyet ve askeri istihbaratçılar Abuzer Duran’ı haberdar ediyorlar; O da beni takip altına alıyor, hangi birime uğradığımı, kimlerle görüştüğümü tesbit edip, Genelkurmay İstihbaratına bildiriyordu.

                   Yine bir gün Başbakanlık binasında, Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş ile görüşmeye gittiğimde, peşime takılan Abuzer Duran beni takip ederek, Kutlu Savaş’ın Makamına kadar gelmişti.

                    O günlerde Kutlu Savaş’ın hazırlamış olduğu “Susurluk Raporu” basına ve kamuoyuna yansımış, bu rapordaki olayları soruşturmak için de; Emniyet-Ordu-Adalet Bakanlığı yetkililerinden oluşan bir “kurul” oluşturulmuştu. Güya, bu “Kurul” Susurluk Raporu’nda yazılanları soruşturacaktı.

                    Abuzer Duran’ın bu kurulda görevlendirildiğini öğrenince hayretler içinde kalmış, şaşırmıştım. Gladio olaylarını soruşturacak bir “kurul”da, bir Gladio elemanı görev alıyordu. Gerçekten enterasan bir manzara idi.

                   Adalet Bakanlığı’nda yapmış olduğum araştırmada; hiçbir yetkili, Abuzer Duran’ın bu “kurul”da görevlendirildiğinden haberdar değildi. Bazıları da benden öğrenmişti.

                 Elimde bir “çete dilekçesi” ile Kutlu Savaş’ın Makamına girdim. Dilekçeyi Kutlu Savaş’ın eline verdikten sonra, aklımdaki soruyu hemen soruverdim; “Başkanım, Abuzer Duran’ı bu “kurul”da siz mi görevlendirdiniz? Tahminim doğru çıkmıştı.

                  Kutlu Savaş- “Evet, ben görevlendirdim” deyiverdi.

                   “Nasıl olur? Sayın Başkanım! Siz, Hayali İhracat Dosyasını da soruşturdunuz, Abuzer Duran’ın, Malatya/Pötürgeli silah ve uyuşturucu kaçakçıları Abuzer Uğurlu ve kardeşleri ile de bağlantısının olduğu iddia ediliyor” dedim.

                     Kutlu Savaş- “Sen, bu ilişkileri nerden biliyorsun? Abuzer Duran, ‘askerlerin adamı’, O’na önemli bir çok dosya incelettirdiler”dedi ve titremeye başladı. Kutlu Savaş’ın makam odasından çıktığımda, Abuzer Duran’ın, Savaş’ın özel kaleminde oturarak beni beklediğini gördüm.  

                  Adıyaman/Gerger doğumlu, Hakim Abuzer Duran’ın, Adıyamanlı olmasına rağmen, “Malatya/ Pötürge ile irtibatlı olduğu, Pötürgeli silah ve uyuşturucu kaçakçıları .Abuzer Uğurlu ve aile bireyleri ile de irtibatlı olduğu” iddia ediliyordu. “Kürt Abuzer” lakabı ile anılıyordu. Pötürgeli Uğurlu ailesi de kürt kökenli idi. Bu “ikili Kürt Abuzerler”in ilginç bağlantıları vardı. Bu iki ailenin de Yahudi kökenli oldukları iddia ediliyordu.

                  Pötürgeli Abuzer Uğurlu’nun silah ve uyuşturucu kaçakçısı Bekir Çelenk, ülkücü Gladiocular; Mehmet Ali Ağca, Oral Çelik ve Abdullah Çatlı ile ilişkisinin olduğu; gazeteci Abdi İpekçi cinayeti ve Papa suikastı ve eski Gümrük ve Tekel Bakanı Tuncay Mataracı’ya rüşvet verilmesi gibi olaylarda ismi geçiyordu. Uğur Mumcu, kitaplarında; Uğurlu Kardeşlerin silah ve uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını belgeleri ile yazıyordu.

                  Eski, MİT Daire Başkanı Mehmet Eymür, “Abuzer Uğurlu’nun 1974-1979 yılları arasında “Yıldırım” kod adı ile MİT’te çalıştığını, daha sonra, yabancı istihbarat birimlerinin hizmetine girdiğini” açıkladı.

                  Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın dediği gibi, gerçekten de Abuzer Duran, “askerlerin adamı” idi. Bunu kendim de tesbit etmiştim. “Karslı” aileler ve Nevşehirli Koparal ailesi ile irtibatları da, Genelkurmay İstihbarat Dairesi eliyle sağlanıyordu.  

                  Abuzer Duran’ın görev yerleri de bunu kanıtlıyordu;   

                  Elazığ Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi duruşma hakimi, Askeri Yargıtay Tetkik hakimi görevlerinde bulunduktan sonra, Adalet Bakanlığı’na girmişti. Adalet Bakanlığı’nda da Adalet Müfettişi, Ceza İşleri Genel Müdür Yardımcısı, Ceza İşleri Genel Müdürü ve Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürü olarak görev yapmış, 2005 yılında da Adalet Bakanlığı’ndaki görevinden istifa ederek, 7 Haziran 2005 tarihinde yapılan genel seçimlerde Devlet Bahçeli’nin partisi MHP’den  Malatya milletvekili adayı olmuştu.        

                  2 Temmuz 1993 günü Sivas Madımak Oteli yakılırken, Sivas Tugay Komutanı Ahmet Yücetürk ve Jandarma Alay Komutanı Muzaffer Akçam; “bu PKK’lı, DHKP-C’li ve TİKKO’cu teröristlerin Sivas’ın ilçeleri Zara, İmranlı ve Divriği’de eylem başlattıklarını, bu nedenle “askeri birliği” bu bölgeye gönderdiklerini, bu nedenle Madımak Oteli’ni koruyacak asker kalmadığı” yalanını uydurdular. Bu yetkililerin, bu teröristlerin Sivas’a getirilmelerinde ne tür rolleri vardı? Bu bağlantılar incelenmedi. Sivas Tugay Komutanı Ahmet Yücetürk, Madımak Katliamı’nda önemli bir isimdi.

                Bu dönemde Sivas milletvekili olan Mahmut Işık, Jandarma Alay Komutanı Muzaffer Akçam ve Sivas valisi Aydın Güçlü’nün uyguladığı “Kontrgerilla yöntemleri” ile büyük mücadele etti. Mahmut Işık’ı öldürmeyi dahi planladılar. Başına gelmedik kalmadı, en sonunda Deniz Baykal tarafından aktif siyasetin dışına itildi.

                  Sivas’a getirilen bu teröristler, Başbağlar katliamında ve Tokat eski valisi Ayhan Çevik’e, Çankırı valiliği döneminde düzenlenen suikastlarda da kullanıldılar.

                  Ergenokon davalarında “gizli tanık” olarak kullanılan “Kıskaç” kod adlı terörist ifadelerinde; “Sivas Jandarma Alay Komutanı Muzaffer Akçam ile birlikte çalıştığını” açıkladı.

                   Bu Gladiocuların televizyon kanallarındaki; “terör uzmanları”, gazete köşelerindeki makale yazarları ve gazete manşetleri de; “Alevi-Sünni çatışmasını körükleyerek, Sünnilerin Sivas’ta Alevileri yaktığını, İrticanın hortladığını, İran rejiminin Türkiye’ye geleceğini” pompalıyorlardı. Çünki, ufukta “28 Şubat Darbesi” vardı. Darbenin zemini oluşturuluyordu. Bu dosyalar açılsın ki bakalım neler var neler? Bu dosyalar açılmalı ki; PKK’yı, DHKP-C’yi, TİKKO’yu, HİZBULLAH’ı kimlerin yönettiği, bu terör örgütleri ile uyuşturucu ve fuhuş trafiği arasında nasıl bir bağlantı olduğu, daha net görülsün. Ak Parti hükumeti 15 Temmuz Darbesi’nin perde arkasını öğrenmek istiyorsa, gerçeklerle yüzleşmek istiyorsa, Madımak ve Başbağlar dosyalarını neden açmıyor? Bu dosyaların açılmasını hangi Gladiocular engelliyor? Kimin eli, kimin cebinde öğrenmek istiyoruz. Evet, Türk Gladiocularının arkasında MOSSAD ve CIA var da, yerli işbirlikçilerimiz ve yerli Gladiocularımız kimler? Bu isimleri öğrenmek biz vatandaşların hakkı değil mi?

               Ak Parti, faili meçhul cinayetlerin araştırılması için Meclis Başkanlığı’na bir önerge vermişti. Doğrusu bu dosyaların açılacağına inanmıştım. Kim devreye girdiyse, kimler arasında ne tür pazarlıklar yapıldıysa bu önerge geri çekildi. Ak Parti bu önergeyi geri çekmekle kalmadı, başka partilerin “faili meçhul cinayetler araştırılsın” yönünde vermiş olduğu önergeleri de red etti. Bu manzara çok manidardı.

               35 yıl Fethullah Gülen ile birlikte çalışan, O’nun irtibat ve ilişkilerini yakinen bilen Nurettin Veren,  “İslamcı maskeli”, “derin siyasetçiler”den Cemil Çiçek ve Abdülkadir Aksu’nun Fethullah Gülen ile ilişkilerinin olduğunu, Abdülkadir Aksu’nun oğlu Murat Aksu’nun küçükken hafta sonları Altunizade’de Fethullah Gülen’in yanında kaldığını açıkladı…”(CNN televizyonu)

               Fethullah Gülen’de Nurettin Veren’i doğruluyor. Gülen, Youtube’da yer alan bir konuşmasında şöyle diyor; “Bakanlar var arkadaşlarımız, Abdülkadir bey Dahiliye vekili. Ben elinden tutup gezdirdiğim günleri hatırlarım…” Gülen’in bu sözlerinden, Abdülkadir Aksu’nun babasının da Gülen’in dostları arasında olduğu anlaşılıyor.

               Beni ilgilendiren, Abdülkadir Aksu ve babasının Gülen’in dostları olması değil, Beni asıl ilgilendiren konu; Aksu’nun İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturduğu sürelerde; Türkiye’de Gladio faaliyetlerinin artması; fuhuş, uyuşturucu, hırsızlık ve faili meçhul cinayetlerde patlama yaşanması. Asıl üzerinde durulması gereken soru bu. Asıl cevaplandırılması gereken soru şu; “Kim bu Abdülkadir Aksu, Aksu’nun “sırrı” ne?

               Abdülkadir Aksu’nun sadece Ak Parti dönemindeki bakanlığını örnek vereyim. Sadece faili meçhul cinayetlerde artış görülmedi, hırsızlık ve fuhuş faaliyetleri de tavan yaptı, Sivas’ta nerdeyse ev ve işyeri soyulmayan vatandaş kalmadı. Bu soygunlar Çeteci polis ve askerlerin organizesi altında yürütülüyordu. İki defa da benim evimin kapı ve penceresini kırarak evime girdiler, hem eşyalarımı çaldılar, hem de bu çete hakkında yazmış olduğum, kitap, bilgi ve belgeleri çaldılar. Sivas Cumhuriyet Başsavcılığına vermiş olduğum dilekçede; “evime polisin girdiğini, eşyalarımı bazı polsilerin çaldığını” bildirdim. Dosyaya bakan savcı Mehmet Güncan dosyayı hemen kapattı.

                 Sivas Cumhuriyet Başsavcı Yardımcılığını yürüten Mehmet Güncan’a katibeliğini yürüten bayanın, “sunularak”, şantaş altına alındığı, çetenin hizmetine girdiği iddiaları Sivas’ta ayyuka çıkmıştı. Zabıt katibi bu bayan, polisin kontrolunda fuhuş ve uyuşturucu işlerinde kullanılıyordu.

                 İlkokul mezunu olan Fethullah Gülen’e, hakkı olmadığı halde sahte evraklar düzenlenerek “Yeşil Pasaport” da 7 Kasım 1990 tarihinde, Abdülkadir Aksu’nun İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturduğu bir sırada veriliyor.

              Bu ilişkiler ağını incelediğinizde; Cemil Çiçek ve Abdülkadir Aksu gibi “Derin  siyasetçi”lerin hem ANAP, hem de Ak Parti hükumetlerinde neden hep çeşmenin başında olduklarını, neden hep“iktidar çeşmesinin” suyundan nemalandıklarını kolayca anlayabiliyorsunuz. Cemil Çiçek ve Abdülkadir Aksu sadece iki örnek.

              Cemil Çiçek’e Adalet Bakanlığı koltuğunda oturduğu günlerde, bizzat eline verdiğim “çete dilekçem” hakkında neden işlem yapmadığını, “Ceza İşleri Genel Müdürü Abuzer Duran’ın çete bağlantısı var, O’nu görevden alın” dediğimde, bana, “o iş benim bileceğim  iş” diye neden çıkıştığını, Abdülkadir Aksu’ya, TBMM kulisinde; “Celalettin Cerrah’ın çete bağlantısı var, O’nu neden İstanbul’a Emniyet Müdürü olarak atadınız?” Diye sorduğumda, bana, “Sen deli misin” diye neden cevap verdiğini, bu ilişkiler ağı ortaya saçıldıktan sonra bugün daha iyi anlayabiliyorum. 

               Gazeteci-yazar Nedim Şener, FETÖ’cü polislerin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun bilgisi dahilinde cinayetler işlediklerine dikkat çekiyor ve şunları yazıyor:

               “Meğer o b.ku beraber yemişler”

               “Tarih 23 Ocak 2007. Yer İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun odası. Toplantı konusu Hrant Dink cinayeti. Katılanlar; Aksu, Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay, Emniyet Genel Müdür Vekili Necati Altuntaş, İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek. Reşat Altay toplantıya bir dosya ile katılır.

               Dosyaya göre, Rahip Santoro’nun öldürüldüğü saldırıda kullanılan Glock marka silahın ait olduğu çete üyeleri, 19 Ocak 2007 günü Hrant Dink’i öldüren katil Ogün Samast’ın

adı daha kamuoyuna açıklanmadan önce 20 Ocak günü saat 18.00’de biliyordu. Dosyaya göre, çete üyeleri bir polisle dinlemeye takılan konuşmalarında 20 Ocak sabahı Trabzon’a gelmek üzere otobüse binen Ogün Samast’ı Giresun’da karşılamaya gideceklerini söylemektedirler.

               Reşat Altay’ın Trabzon’dan getirdiği bu dosyayı okuyan Aksu, yerinden fırlar 5 Şubat 2006 günü öldürülen Rahip Santoro cinayetiyle 19 Ocak 2007 günü işlenen Dink cinayeti arasında bağlantı vardır. Rahip Santoro öldürüldüğü, Dink cinayeti planlandığı dönemde Trabzon Emniyet Müdürü olan karşısındaki İstihbarat Daire Başkanı Akyürek’e dönerek ‘ulan ne bok yiyorsun’ gidin (İstanbul’a) bu işi halledin diye bağırır…” 

               “Aksu, Dink cinayetinin azmettiricisi olarak gözaltına alınan Erhan Tuncel’in, Ramazan Akyürek tarafından Trabzon Emniyeti’ne Yardımcı İstihbarat Elemanı olarak alındığını, Dink’in öldürüleceğine dair raporu Akyürek’in imzaladığını, Tuncel’in onun imzası ile elemanlıktan çıkarıldığını öğrenmişti. Tuncel’in bunları anlattığını öğrendiğinde; ‘yandık biz yandık’ demişti.

               Bunlara rağmen Akyürek’i görevden almak bir yana koruyup kolladı. Yalnız O’nu mu, Dink’in öldürüleceğine dair raporun geldiği C Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer’i İstanbul İstihbarat Şube Müdürü olarak atayan da oydu…”(15 Ağustos 20016 tarihli posta gazetesi.)

               Trabzon-İstanbul hattında bunlar yaşanırken, İstanbul Emniyet Müdürlüğü koltuğunda da, Abdülkadir Aksu’nun atadığı Celalettin Cerrah oturuyordu. Abdülkadir Aksu, Sivas Emniyet Müdürü olan Cerrah’ı valiliğe terfi ettirip, İstanbul’a Emniyet Müdürü olarak atamıştı. Cerrah, İstanbul’a atanınca da İstanbul “suç merkezi” olmuştu.

               Ramazan Akyürek, 2 Aralık, 2016 tarihinde yapılan Dink Davası duruşmasında da; “Hrant Dink’in öldürüleceğine dair Trabzon’dan İstanbul’a gönderilen ‘F 4 Raporu’nun imha edilmesi için Celalettin Cerrah’ın kendisini arayarak, talimat verdiğini” anlatıyordu. Çünki, Celalettin Cerrah’da Hrant Dink cinayetinde “kilit rolde” idi.

               Hrant Dink cinayetinin merkezindeki isim Erhan Tuncel ise, yazmış olduğu “Hrant Dink Suikastı’nın Perde Arkası, Amerika’nın Yeniçerileri” isimli kitabında; “Yasin Hayal’in Mcdonald’ın  bombalanmasından 11 ay sonra tahliye edildiğinde, İstanbul Terörle Mücadele’deki sorgusuna katılan dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun, ‘ helal olsun, bunu polis yapmak lazım’ dediğini” anlatıyor. (7 Aralık 2016 tarihli T24 haberi)

              İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Ramazan Akyürek’i Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nden, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’na terfi ettirmiş, yerine de Reşat Altay’ı atamıştı.

               Tesadüfe bakın ki, Reşat Altay ismi de Gladio ile anılıyor, bazı olaylarda ismi geçiyordu. Örneğin; Gladio’nun 12 Eylül Darbesi’ne zemin hazırladığı, sağ-sol, Alevi-Sünni çatışmasını körüklediği yıllarda; 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi öğrencileri üzerine bomba atılarak silahla taranması olayı bunlardan biri idi. Solcu oldukları iddia edilen öğrenciler üzerine önce bomba atılmış, sonra da silahla taranmışlardı. Bu olayda 7 öğrenci ölmüş, 41 öğrenci de yaralanmıştı. Önceden İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bu konuda ihbar yapıldığı halde, Üniversitede görevli olan Reşat Altay’ın önlem almadığı, bu olayın gerçekleşmesine yardımcı olduğu iddia ediliyordu. Olay yerinde bulunan polis memuru Yahya Gergin ifadesinde; “polisler bomba atan faillerin peşinden koştuğu sırada, Reşat Altay’ın, ‘geri dönün’ diyerek polisleri engellediğini” anlatıyordu.

               Yine, MİT Daire Başkanı Mehmet Eymür’ün sitesinde yer alan bir habere göre; “27 Kasım 1996 günü Gebze’de şüphe üzerine durdurularak aranan bir otomobilde; iki kişi ve bu şahıslara ait 1 adet Motorola marka telsiz, 1 adet 7.65 çapında unigue marka tabanca, 9 mermi ve bir kelepçe bulunur. Bu şahısların biri PKK’nın kurucularından, diğeri de PKK’nın eski Çukurova Bölge sorumlusudur. Bu şahıslar görevlilere; ‘Terörle Mücadeleden sorumlu İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Reşat Altay’a bağlı olarak görev yaptıklarını’ bildirirler. Görevliler bu beyanın doğruluğunu tetkik ettikten sonra, hiçbir işlem yapmadan şahısları serbest bırakırlar.”

               Yine, “Susurluk Operasyonu”ndan sonra, ortaya çıkan bazı bilgilere göre; Reşat Altay’ın, Mehmet Ağar’ın ekibinden olduğu, “Susurluk Operasyonu”nda öldürülen Abdullah Çatlı ile 5 defa telefon görüşmesi yaptığı iddia ediliyordu.

               Dedeleri Rumeli’den kaçıp Trakya’ya, oradan da kaçıp Diyarbakır’a yeleşen Arnavut kökenli Abdülkadir Aksu’nun hem Mason, hem de Fethullah Gülen tarikatı ile ilişkili olduğu iddia ediliyor. İslami kesimin “demirbaş” İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun, İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturduğu dönemlerde; Muammer Aksoy, Turan Dursun, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu, Rahip Santaro, Hrant Dink cinayetlerinin işlenmesi ve Danıştay saldırısının gerçekleşmesi ve bu dosyaların perde arkasının aydınlatılmaması birer tesadüf olabilir mi?

            Adı devamlı Gladio ile anılan bir çok olayda ismi geçen Mehmet Ağar, Abdülkadir Aksu’nun İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturduğu 1990 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne atandı. Uyuşturucu kaçakçısı Hüseyin Baybaşin Mehmet Ağar’ın uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını da iddia ediyor.

            Bu dönemde İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu ve Mehmet Ağar’ın “organizesi ile, Gladio’ya bağlı olarak çalışan iki binden fazla silah ve uyuşturucu kaçakçısı Mafya liderine silah ruhsatı verildiği iddia edildi. Mülkiye Müfettişlerinin soruşturma ve incelemesi sonucunda, bu silah ruhsatlarını Abdülkadir Aksu’nun imzaladığı tesbit edildi. “Karslı” Mehmet Ağar’da, Mason örgütlenmesi olduğu iddia edilen “Büyük Klüp” üyesi.

             Turgut Özal’a suikast düzenlendiği tarihte Mehmet Ağar, Ankara Emniyet Müdürü idi ve Özal suikastının perde arkasını bildiği iddia edildi. 1988 yılında Birinci MİT Raporu’nun basına sızdırıldığı günlerde; Ankara Emniyet Müdürü Mehmet Ağar’ı makamında ziyaret etmiş, kendisine bu çete hakkında bir dilekçe sunmuştum. Bu dilekçem hakkında hiçbir işlem yapmamıştı.Birinci MİT Raporu’nda Mehmet Ağar hakkında yazılanlar yenilir-yutulur cinsten değildi. Daha o Raporda Mehmet Ağar’ın “Gladio bağlantıları belgeleriyle deşifre edilmişti. Bu raporda yazılanlar hakkında kimse Mehmet Ağar’a bir soru dahi sormadı. Buna rağmen Devlet kademelerinde yükselişine devam etti.

            Dikkatinizi çekiyorum; Mehmet Ağar’ın ailesi de diğer Gladiocu “Karslı” lar gibi “93 Muhacirleri”nden. Ağar’ın ailesinin önce Kars’a bağlı Ardahan’ın bir köyüne yerleştiği iddia ediliyor. (Kars’ın bir ilçesi olan Ardahan 27 Mayıs 1992 tarihinde il oldu) Ağar’ın dedesi Ardahan’dan göçerek Elazığ’a yerleşiyor. Yazar Yalçın Küçük, kitaplarında bir tesbitini aktarıyor. Küçük; “Yahudi asıllı Sabetayist kökenli aileler çeşitli iller arasında göç yaparak, izlerini kaybettirmeye, ‘ırkları’nı  gizlemeye çalışıyorlar” diyor. Bir daha altını kalın bir çizgi ile çiziyorum; kimsenin ırkı, dini, inancı, mezhebi ve tarikatı beni hiç ilgilendirmiyor. Ben sade Derin Devlet denilen çetenin kadroları kimlerden oluşuyor sorularına cevap arıyorum.

        Söz “Karslı” Mehmet Ağar’dan açılmışken buraya bir parentez açayım ve üç önemli olaya daha dikkatinizi çekeyim. Çünki Gladio Olayları zincirin halkaları gibi birbirine bağlı. Bu olaylardan biri Tarık Ümit’in kaçırılıp, öldürülmesi, ikinci olay da onunla bağlantılı Gazi Olayları, üçüncü olay Kürt iş adamlarının öldürülmesi.

         1988 yılında Basına sızan 1. MİT Raporu’nda, Mehmet Ağar’ın suçlandığı olaylardan  biri de MİT ajanı Tarık Ümit’in vurulması olayı idi. Tesadüfe bakın ki Tarık Ümit’in ölümünün de aynı Mehmet Ağar tarafından gerçekleştirildiği iddia edildi.1. MİT Raporu’nun yayınlanmasından 7 yıl sonra, “Karslı” Mehmet Ağar, mesleğinin zirvesindeydi ve Emniyet Genel Müdürlüğü koltuğunda oturuyordu.

        MİT ajanı Tarık Ümit, 2 Mart 1995 günü İstanbul’da bir pastaneden Özel Tim polisleri Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalıoğlu tarafından kaçırılmış, bir daha da bulunamamıştı. Tarık Ümit ile en son 0532 321 16 75 nolu telefon ile görüşenler de Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalıoğlu idi. Bu telefon ise, Nevşehirli Avşar Kederoğlu üzerine kayıtlı idi. Avşar Kederoğlu 1970’li yıllarda İstanbul Ülkü Ocakları Başkanlığı yapan Abdullah Kederoğlu’nun kardeşi idi.

         Tarık Ümit’in kaçırılmasından sonra, Ümit’in kızı Hande’yi telefonla arayan MİT Daire Başkanı Mehmet Eymür; Hande’ye; “Babanı Mehmet Ağar ve Korkut Eken kaçırttılar, hemen basına açıklama yap ve Cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulun” demişti. Emekli Yarbay MİT elemanı Kontrgerillacı Korkut Eken, o dönemde MİT’ten Emniyet’e transfer edilmiş ve Ağar’ın “yardımcılığı”nı yapıyordu.

        Tarık Ümit’in arabası Jandarma bölgesinde bulunduğu için soruşturmayı İstanbul Jandarma Alay Komutanlığı İstihbaratında çalışan Astsubay Seyit Ahmet Altıntaş yürütüyordu.

        Basına açıklama yapan Tarık Ümit’in amcası doktor  Cemalettin Ümit şöyle diyordu; “Astsubay Seyit Ahmet Altıntaş ile birkaç defa görüştüm. Olayı çözdüğünü, Tarık Ümit’i kaçıranları ve öldürenleri tesbit ettiğini, raporunu yazacağını söyledi. Tam o günlerde, Gazi Olayları tertiplendi, Seyit Ahmet Altıntaş, Tarık Ümit soruşturmasından alındı, Gazi Olaylarını soruşturmakla görevlendirildi, sonra da Diyarbakır’a sürgün edildi.”

       Kontrgerillacılar; “bir olay sonrasında ikinci bir olay tertipleyerek, birinci olayı gündemden düşürme” kuralını Tarık Ümit Olayı’nda da kullanmışlar, Gazi Olayları’nı tertipleyerek, Tarık Ümit Olayı’nı gündemden düşürmüşler, hem Tarık Ümit dosyasını, hem de Gazi Olayları dosyasını ustaca kapatmışlardı.

        Tarık Ümit’in kaçırılmasından 10 gün sonra, 12 Mart 1995 günü, “akşam karanlığı” basınca, İstanbul/Gazi Mahallesi’nde bulunan Alevilere ait; Yavuz, Doğu, Dostlar ve Öntaş kahveleri taranmış, Alevi dedesi Halil Kaya öldürülmüştü.

      Bu olayı protesto etmek amacı ile İstanbul/Gazi Mahallesi Cemevi’nde toplanan Alevilerin üzerine gece polis panzerinden ateş açılmış 22 Alevi vatandaş daha öldürülmüştü. Tarık Ümit’in kaçırılıp, öldürülmesi Alevilere pahalıya mal olmuş, dedeleri ile birlikte 23 şehit vermişlerdi. Kabak yine Alevilerin başında patlamıştı.

     Kahvelerin taranmasında kullanılan ticari taksi bulunduğunda; şoförü, elleri ve ayakları bağlı, boğazı kesilmiş vaziyette arabanın bağajında ölü haldeydi.

     Tarık Ümit’i kaçırtıp, öldürtenler ile, Gazi Olayları’nı organize edenler  aynı kişiler idi.

      “Gazi Katliamı”nın arkasında olduğu iddia edilen iki isimden biri olan Korkut Eken, kızını Alevi kökenli Yusuf Kenan Doğan’ın oğluna vererek, Alevilere hısım-akraba oldu. Bu düğünde Korkut Eken’in kızının nikah şahitliğini ise diğer önemli bir isim “Karslı” Mehmet Ağar yapmıştı.

      Basın, bu düğüne yoğun ilgi göstermiş, haberi; “Susurluk Dünürleri” başlığı ile vermişti. Susurluk Çetesinden dolayı, Korkut Eken’e, İstanbul 6 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin vermiş olduğu 6 yıllık hapis cezasını onayan Yargıtay 8. Ceza Dairesi’nin üyeleri arasında Yusuf Kenan Doğan’da vardı. Bu yüzden basın; “Susurluk Dünürleri” başlığını uygun görmüştü.

         Son dönemde; Sabetayistlerin Aleviler’e kız alıp-vererek akrabalık kurmaları dikkat çekiyordu. Alevileri “sığınacak liman” olarak görüyor, yeri geldiğinde de kirli amaçları doğrultusunda kullanıyorlardı. Aleviler içinde “kamufle” oluyorlardı.

         Eken Ailesi ile Turgay Ciner arasındaki ilişkiler de; 2011 yılında Afşin-Elbistan ve 2016 yılında yaşanan Şirvan maden kazaları ile gündeme gelmişti. Bu kazalar nedeniyle; “Korkut Eken’in oğlu Refik Güray Eken’in, Turgay Ciner’e ait; Park Madencilik, Kazan Elektirik ve Eti-Soda  gibi şirketlerin Yönetim Kurulu üyesi olduğu” basına yansıdı.

         “Gazi Katliamı” davası, İstanbul’da görülürken, Trabzon’a alınarak davanın takibi imkansız hale getirilmişti. CHP milletvekili Mehmet Sevigen, bu davanın Alevi kökenli Seyfi Oktay’ın Adalet Bakanlığı döneminde Trabzon’a alınmasından dolayı Seyfi Oktay’ı eleştiriyordu.

          Kontrgerillacıların uyguladığı önemli yöntemlerden biri de; tertipledikleri cinayet, terör olayı veya toplumsal olaylar sonrasında; “yayın yasağı koydurmaları ve bu davaları başka illere naklettirmeleri idi.”

          Alevi kökenli Yusuf Kenan Doğan’ın oğlu ile, Gazi Mahallesi’nde Alevileri “kıydığı” iddia edilen Korkut Eken’in kızının evlenmesinde birileri devreye girmiş olabilir miydi? Bu soruya bir iddia ile cevap vereyim;

          Seyfi Oktay’ın Adalet Bakanlığı ve Yusuf Kenan Doğan’ın da Müsteşarlığı dönemide yukarıda isimlerini vermiş olduğum Kontrgerillacı “Karslılar” tarafından “kuşatıldıkları, kontrol altına alındıkları” iddia ediliyordu. Bu dönemde Seyfi Oktay’ın Özel Kalem Müdüreliğini de “Karslı” bir bayan yürütüyordu. Bu dönemde  bir çok Sabetayist kökenli “Karslı”nın  Devlet kurumlarına  yerleştikleri, özellikle İstanbul Adli Tıp Kurumu’nu kontrol altına aldıkları iddia ediliyordu. Bürokratlara kadın pazarladığı iddia edilen “Karslı” Şükrü Kaya’da bu dönemde Seyfri Oktay tarafrından Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı’na getirilmişti. Bu Şükrü Kaya; Ankara/Batıkent’te “Karslı” Şükrü Gürses, Sivas’ta “Karslılar” savcı Ömer Kaya, hakim Atilla Kaya ve Emniyet Şube Müdürü Zekai Serici ile irtibatlı çalışıyordu.

         CHP’li “Karslı” Gürsel Tekin’in Yargıtay’daki  davasında da yine Seyfi Oktay’ın devreye sokulduğu iddia edildi.

          Ak Parti döneminde de “Karslı”ların Devlet dairelerine yerleşmesinin Ulaştırma Bakanı “Karslı” Ahmet Arslan tarafından sağlandığı iddia ediliyor. Ahmet Arslan’ın “reklamını” ise gazeteciler “Karslılar” Mahmut Övür ve Hadi Özışık yapıyorlar.

          Her kuruma ve her partiye yerleşen bu “Karslılar” ilginç fırıldaklar çeviriyorlar. Bunlara akıl-sır erdirmek imkansız. Bunlarla baş etmenin imkanı yok. Yapıştıkları bir yakayı bir daha bırakmıyorlar. Buraya bir noktalı virgül, koyup devam edelim.

         Sanıklar arasında Mehmet Ağar, Korkut Eken ve İbrahim Şahin’in de bulunduğu, Ankara 1.Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan “faili meçhul cinayetler” davasında tanık olarak dinlenen Mehmet Eymür; “Tarık Ümit’in, kendisine verdiği, öldürülecek Kürt iş  adamları listesinin 54 kişi olduğunu” açıkladı. Tarık Ümit’in bu listeyi MİT elemanı Mehmet Eymür’e vermesi, bu listeyi hazırladıkları iddia edilen Mehmet Ağar ve Korkut Eken ikilisini korkuttuğu ve Tarık Ümit’i “ihanet” yaptığı gerekçesi ile cezalandırdıkları iddia ediliyordu.

        Bu Kürt iş adamlarından 18 tanesi  öldürülmüştü. Öldürülen isimler arasında, Kumarhaneciler Kralı olarak adlandırılan Ömer Lütfi Topal da vardı. Ömer Lütfi Topal’dan “haraç” alan kişilerden birinin de Alparslan Türkeş olduğu basında iddia ediliyordu. Ömer Lütfi Topal’ın Ankara’daki işlerini takip eden Aliye Kaya isimli bayan, polise verdiği ifadesinde; “Türkeş’e 6 milyon dolar verildiğini” iddia etmişti.

       Bu listede ismi bulunan Ahmet Hamoğlu’da, Radikal gazetesine yaptığı bir açıklamada; “Korkut Eken’e 15-20 bin dolar verdiğini iddia ediyordu.

         Ömer Lütfi Topal cinayeti ile ilgili olarak; İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu Özel Tim polisleri; Ayhan Çarkın, Ercan Ersoy ve Oğuz Yorulmaz’ı göz altına aldırmış, sorgulamaya başlamıştı.

         İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Mehmet Ağar, bu polislerin serbest bırakılması için önce Emniyet Genel Müdürlüğü, Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’u Kemal Yazıcıoğlu’na göndermiş, bilahare de kendisi Kemal Yazıcıoğlu ile görüşerek bu polisleri serbest bıraktırmıştı. Böylece, Ömer Lütfi Topal cinayetinin de perde arkasının aralanması önlenmişti. Birbirine bağlı; Tarık Ümit’in kaçırılması, Gazi Katliamı ve öldürülen Kürt iş adamları dosyaları, perde arkası aralanmadan böylece kapatılmıştı.

         Halil Tuğ, “ünlü” askeri savcı Baki Tuğ’un kardeşi idi. Emniyet Genel Müdürlüğü’nde “Organize Suçlar”a bakıyordu. Ben yine acı acı gülüyordum.

        Askeri savcı Baki Tuğ’un “tutuklu” Abdullah Öcalan’ı salıvermesi için, o dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Kontrgerillacı Turgut Sunalp tarafından telefonla aranarak; “Abdullah Öcalan bizim adamımız olur, O’nu serbest bırak” dediği iddia ediliyordu.

         26 Mart 1972 tarihinde Mahir Çayan ve arkadaşları Ünye Radar Üssü’nde görevli 3 İngiliz’i kaçırarak, Genelkurmay İstihbarat subayı İlyas Aydın tarafından Tokat/Kızıldere Köyüne götürülmüş, 31 Mart 1972 günü de “Özel Harp Operasyonu” ile Kızıldere’de öldürülmüşlerdi. Kenan Evren yaptığı bir açıklamada; “Kızıldere Operasyonu’nun bir ‘Özel Harp Operasyonu’ olduğunu açıklamıştı. Darbeciler tarafından kullanılan; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan da aynı tarihlerde idam cezasına çarptırılmışlardı.

        “Orhan Kabibay’ın evinde darbecilerin yaptığı bir toplantıda; 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 Darbeleri’nin önemli isimlerinden İrfan Solmazer; ‘Ben Deniz Gezmiş, Sarp Kuray ve arkadaşlarına İstanbul’da ve Ankara’da mısır patlatır gibi bomba patlattırıyorum’” demişti. (Hasan Cemal, Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım.)

           Darbeci, İrfan Solmazer’in, darbelere zemin hazırlamak için bomba patlattırdığı bu gençlerden; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan asılırken, kendisi Sarp Kuray ile Almanya’ya gittiler. Sarp Kuray, Almanya’dan Türkiye’ye dönerken Milliyet gazetesine yaptığı bir açıklamada; “İrfan Solmazer’in Almanya’da uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını, insan kadavraları arasında uyuşturucu taşıdıklarını, uyuşturucu parası ile Tır sahibi olduğunu, köşeyi döndüğünü” açıkladı.

            Deniz Gezmiş ve arkadaşları ile Mahir Çayan ve arkadaşları görevlerini tamamlamış ve öbür dünyaya yolcu edilmişlerdi. Artık sahneye; Abdullah Çatlı, Dursun Karataş, Abdullah Öcalan, Şemdin Sakık, Şefik Polat, Hüseyin Velioğlu gibi isimler sürülecekti. Dünya dönüyor, Masonların ve Sabetayistlerin Derin Devleti’nin “Türkiye’yi dizayn etme operasyonları” devam ediyordu. Türkiye bir avuç “darbeci alçak” tarafından maceradan maceraya sürükleniyordu. 

          Kızıldere Olayı’nı ve Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam cezasını protesto amacıyla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri boykot başlatmışlar, hazırladıkları bildiriler ile de bu olayları protesto etmişlerdi.

          Bu öğrencilerin hazırladığı “Şafak Bildirisi”ni dağıtan ve boykota katılan öğrencilerden biri de Abdullah Öcalan idi.

          Öcalan’ı serbest bırak” diyerek Baki Tuğ’a telefon ettiği iddia edilen Genelkurmay 2. Başkanı Turgut Sunalp, Kızıldere Olayları ve Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılmasından  yaklaşık 5 ay sonra da; Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği içinde bulunan “Marmara Köşkü” isimli evde bir toplantı düzenlemişti. Toplantıya katılan; Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Devlet Büyükleri’ne bir “Birifing” veren Turgut Sunalp ve ekibi; “Türkiye’deki; sağ-sol, milliyetçi, Kürtçü ve dinci kesimlerin düşman ilan edilmesini ve bunlarla mücadele edilmesini” emretmişti.Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kurulması da bu toplantıda kararlaştırılmıştı. Kontrgerillacıların organize ettiği terör olayları artık bu mahkemelerde görülecekti.

         Bu “görüşler” ile mücadele edilmesi için, önce bu görüşleri temsilen bazı “terör örgütleri”nin kurulması gerekiyordu. Bu amaçla; Milliyetçileri temsilen “ülkü ocakları,” Alevileri temsilen “DHKP-C ve TİKKO,” Kürtleri temsilen “PKK” ve İslami kesimi temsilen de “Hizbullah, İBDA-C, İslami Hareket ve Selam Tevhid” gibi örgütler kurdular. Türkiye’ye ve Türk halkına yapılan en büyük ihanet ve alçaklık bu terör örgütlerinin kurulması “projesi” idi. Artık bu örgütler eliyle; Türk halkı birbirine kırdırılacak, it ite boğdurulacaktı. Bu “alçaklar” bir taraftan bu örgütleri kurup, bu örgütlerin liderleri; Abdullah Çatlı, Abdullah Öcalan, Şemdin Sakık, Dursun Karataş, Şefik Polat ve Hüseyin Velioğlu… gibi isimleri “Gladio kadrosu”na alıp, eğitip, koruyup, kollarken, bir taraftan da, bu örgütler üzerinden ülkede bir  “iç savaş” sürdürüyor, bu isimler ve örgütler ile savaşıyor,“Terörle Mücadele” yalanı ve yutturmacası ile, Türkiye’nin bütçesini “ırkdaşları” Yahudi silah tekelleri’nin kasalarına akıtıyorlardı. Silah getirdikleri ülkelere de uyuşturucu gönderiyorlardı. Alçaklığın ve ihanetin böylesi görülmemişti. Hiçbir hükumet de bu “oyunu” bozmak istemiyordu. Ya da bozamıyordu.

           Boşnak asıllı Mason Turgut Sunalp hakkında yazar Halit Özkul şu ilginç bilgiyi veriyor;

          “Nato ülkesi olmadığı halde, en önemli Gladio şebekelerinden birisi küresel finans merkezi İsviçre’de kurulmuştur. Gladio’nun İsviçre’deki organizasyonu P 26’dır. P 26’nın eski şeflerinden Otto Backman’ın yakın dostları arasında Türkiye’den Turgut Sunalp vardır.” (Gizli Ordular, CIA, s-215-216)

          Mason Kenan Evren, 12 Eylül Darbesi’nden sonra, yönetimi sivillere bırakırken, kendisi Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu, Mason “ırkdaşı” Turgut Sunalp’a da Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni kurdurarak, yönetimi Turgut Sunalp eliyle sürdürmek istedi.

          Turgut Sunalp, Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni kurarken; Kemal Horzum ve Ankara’nın kabadayılarından Kürt Ahmet’in; para desteği sağladığı, Sunalp’e şoförü ile birlikte bir mercedes araba tahsis ettikleri ve Kemal Horzum’a ait “mavi ev”i Milliyetçi Demokrasi Partisi Genel Merkezi olarak kullanması için partiye verdikleri  iddia edildi. Görüyorsunuz, “Çete’nin bağlantıları” zincirin halkaları gibi hep birbirine bağlı.

         Kemal Horzum, bir taraftan Turgut Sunalp’a  para yardımı yaparken, bir taraftan da; Emekli Korgeneral Mustafa Arda, Emekli General Orhan Süerdem, Tercüman gazetesi Murahhas üyesi ve yazarı Uğur Reyhan, Emlak Kredi Bankası Ticari Krediler Müdür Yardımcısı  Emekli Sabri Bolışık gibi isimlerle 1984 yılında “B.C. Havayolları Şirketi” adında bir şirket kurmuştu.

         Bu şirketin uçağı yoktu, Devlet teşvik ve kredileri ile uçak alıyor ve “İran-Irak’a transit ticaret” yapıyordu. Adnan Kahveci bu “teşviklere” karşı durmaya çalışıyordu. Sonra O’da öldürüldü.

         İşin en ilginç tarafı ise; Kemal Horzum’un, Emekli generaller ile birlikte kurduğu B.C. Hava Yolları Şirketi; “İrangat Sakandalı” olarak adlandırılan olayda; Amerika’dan İran’a gizlice satılan silahları taşıyordu. Yine, İran ile Irak’ın birbirleri ile “vuruşturuldukları,” 8 yıl süren İran-Irak Savaşı’nda; Amerika ve İsrail’den İran’a ve Irak’a silah ve savaş malzemesi taşıyor, iki Müslüman ülkeyi birbirine boğduruyorlardı. Bu savaşta bir milyon İran’lı ve Irak’lı Müslüman öldürülmüş,  İran ve Irak’ın milyar dolarlık bütçeleri Yahudi silah tekellerinin kasalarına akıtılmıştı. Adeta, bu havayolu şirketi bu iş için kurulmuştu. İran-Irak Savaşı’nın çıkarılmasında “piyon” olarak kullanılan Irak lideri Saddam Hüseyin, Irak’ın işgali sırasında kendisi de öldürüldü. Irak parçalara bölündü. Kuzey Irak’ta, ikinci İsrail Devleti kuruldu.

         Öcalan’ın “serbest” bırakılması, Öcalan-Genelkurmay İstihbarat Dairesi arasındaki “ilişki”yi araştıran Uğur Mumcu’nun da dikkatini çekmişti. Bu sorunun cevabını almak için, o tarihlerde Doğru Yol Partisi milletvekili olan Baki Tuğ’u ziyaret etmiş, sorduğu sorunun cevabını alamadan, Baki Tuğ’u ziyaretinden üç gün sonra öldürülmüştü. Buraya bir nokta koyup, “zincirin halkalarını” sıralamaya devam ediyorum: 

        Mehmet Ağar, Emniyet Genel Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığı koltuğunda otururken Korkut Eken ile birlikte İsrail’e de gitmişler; “ırkdaşları” Yahudi iş adamı Ertaç Tinar kanalıyla İsrail’den 50 milyon dolarlık silah almışlardı. Bu silahlar Türkiye’de faili meçhul cinayetlerde kullanılıyordu. Bu silahlardan bazıları; Susurluk Mercedesi’nde Abdullah Çatlı’dan çıktı. Bazıları Recai Birgün’ün düzenlediği sahte Umut Operasyonu sırasında Ankara/Sincan’da bulundu. Umut Operasyonu’nu yapan polisler, önce bu silahları toprağa gömmüşler, sonra da güya bulmuşlardı. Tıpkı Poyraz Köy silahları gibi.   

       Söz Mehmet Ağar’ın silah skandalından açılmışken kısaca bir başka silah skandalına daha değinmek istiyorum. Bu skandaldan önce bir dilekçemin kısa öyküsüne değineceğim. Çünki bu silah skandalı ile benim dilekçemin akibeti birbirine bağlı.

        Başbankanlık Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı Osman Oduncu’ya bu çeteciler hakkında bir dilekçe vermiştim. Osman Oduncu’da dilekçemi İçişleri Bakanlığı’na göndermişti.

        İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığı’na gelen bu dilekçemin soruşturmasını, İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığı’nda İsa Parlak yürütüyordu. İsa Parlak, dilekçem ile ilgili olarak; Jandarma Genel Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Dairesi’ne bir yazı yazarak bilgi istemişti.

       Bu yazının akibetini öğrenmek için, Jandarma Genel Komutanlığı, Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı’na gittiğimde; yine Genel Komutanlığın İstihbarat Dairesi elemanları beni yakın takibe almış, panik halinde beni izlemeye başlamışlar, koridorlarda benimle köşe-kapmaca oynuyorlardı. Kaçakçılık Dairesi elemanları bana bilgi vermeye çalışıyor, olayın üzerine gitmeye çalışıyor, fakat İstihbarat Dairesi elemanları buna engel oluyorlar, Kaçakçılık Dairesi elemanlarına baskı yapıyorlardı. Öyle bir panik yaşıyorlardı ki anlatamam.

       İşte tam panik-atak yaşadıkları o günlerde, gazete köşelerinde ve kitaplarında; “Efsane subay” diyerek, Korkut Eken’in reklamını yapan, gazeteci Saygı Öztürk’e bazı bilgi ve belgeler vererek; Batman valisi Salih Şarman’ın “silah skandalını” patlattılar, basına intikal ettirdiler. Şimdi buraya bir noktalı virgül koyalım ve Batman’a kısa bir gezinti yapalım.

               Güneydoğu’da PKK ile vuruşturulmak için askerler tarafından kurulan “İslami kimlikli” Hizbullh örgütü, JİTEM komutasında; özellikle Batman, Diyarbakır ve Silvan başta olmak üzere bazı illerde kanlı cinayetler işliyordu. Sadece 1992- 1994 yılları arasında; Batman’da 190, Diyarbakır’da 169 ve Silvan’da 82 olmak üzere 526 kişi öldürülmüş ve bu cinayetlere “Hizbullah imzası” atılmıştı. “Sakal’lı-Şalvar’lı” simgeli Hizbullah elemanları, “Enseye sıkılan tek kurşunla” ya da “satırla” işlenen cinayetler ile bütünleşmişti. Bu cinayetler “Hizbullah Yöntemi” olarak adlandırılır olmuştu. Hizbullah adına işlenen cinayet yönteminin biri de, “domuz bağlı” cinayetler idi. Bu yöntemle de 188 kişi öldürülmüştü. Bu rakamlar resmi rakamlardı. Öldürülen insan sayısı bu rakamların çok çok üstündeydi.

          Özellikle 1993 yılında JİTEM; Türkiye genelinde olduğu gibi, Batman’da da “İç Savaşı” kızıştırmıştı. Kontrolundaki PKK ile Hizbullah’ı birbiri ile vuruşturarak, seri cinayetler işletiyordu. Kadınlar-kızlar intihar ediyorlardı. Batman adeta faili meçhul cinayetler şehri olmuştu.

        Hizbullah’ı Teoman Koman’ın kurdurduğu iddia ediliyordu. TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu üyelerine bilgi veren dönemin Batman Emniyet Müdürü Öztürk Şimşek; “Hizbullah üyelerinin Batman’da askerler tarafından, askeri birliklerde silahlı eğitimden geçirildiklerini” açıklamıştı. Bu gerçekleri yazan bazı gazeteciler de öldürülüyorlardı.

       Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Raporu’na da; Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ve İçişleri Bakanı Müsteşarı Bekir Aksoy karşı çıkıyor; “Ordumuzu ve polisimizi yıpratmayalım” yalanı arkasına saklanarak, Rapor’un bazı bölümlerinin çıkarılmasını istiyorlardı. Bu bir tesadüf olabilir miydi?

       Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk’a telefon eden Doğan Güreş; “Bu komisyon üyeleri ne yapmak istiyor? Ben, elemanlarımı deşifre ettirmem, üyeler, Özel Harp Dairesi elemanlarını dinlemekten vazgeçsinler…” diyebiliyordu.

      Bekir Aksoy, 12 Temmuz 1993 tarihinde İçişleri Bakanlığı, Müsteşarlık koltuğuna oturmasından 2 ay sonra 1993 yılı Eylül ayında; kendisi gibi “Derin Devlet” elemanı olan hemşehrisi Çorumlu Salih Şarman’ı Batman’a vali olarak atadı. Gelişen olaylar, Salih Şarman’ın Batman’a “özel vali” olarak atanmasında Başbakan Tansu Çiller ile Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in de dahlinin olduğunu gösteriyordu. Salih Şarman, Batman’da “kullanılacaktı.” Tansu Çiller ile Doğan Güreş arasındaki “ilişki” ast-üst ilişkisinden de öte, her ikisinin de aynı “ırk”tan olmasına mı dayanıyordu?

       Batman valilik koltuğuna oturan, asker bir babanın oğlu olan Çorumlu Salih Şarman hemen JİTEM ile birlikte; Batman’da bir “Özel Birlik” kurmaya soyunmuştu. Skandal ortaya çıktıktan sonra Salih Şarman yaptığı açıklamada şöyle diyordu; “Batman’da göreve başladıktan hemen sonra JİTEM ile birlikte, Terörle Mücadele amacı ile 800 kişilik ‘Özel Birlik’ kurduk. Başbakan Tansu Çiller ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in destekleri ile tarafıma verilen 3 milyon dolar ile Çin’den ve Bulgaristan’ın KİNTEX Şirketi’den silahlar aldım, bu silahları Doğan Güreş’in tahsis ettiği uçaklar ile taşıttım…” Görüyorsunuz; Gladio’cular devlet içinde devlet gibi.

        Tıpkı Mehmet Ağar’ın satın aldığı silahlar gibi, Salih Şarman’ın satın aldığı silahların da bir kaydı, kuydu yoktu. Bu silahlar kimlere verilmişti, hangi faili meçhul cinayetlerde kullanılmıştı? Hizbullah ve PKK militanlarına da bu silahlardan verildiği iddia ediliyordu. Bunlar bilinmiyordu. Silah skandalı ortaya çıktıktan sonra; Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, “Salih Şarman’ı tanımadığını” açıklamıştı. Kullanıldığını anlayan Salih Şarman; “Doğan Güreş’in, ‘beni tanımadığını söylemesine’ şaşırdım” diyordu.

        Bulgaristan’ın ünlü KİNTEX Şirketi Gladio’nun silah kaçakçıları Malatya/Pötürge’li Abuzer Uğurlu’nun ve Gaziantep/Kilis’li Bekir Çelenk’in de uğrak yerlerinden biri idi. Bu kaçakçıların 1980 Darbesi’nden önce ve sonra; Darbecilerin talimatları doğrultusunda, Türkiye’deki terör örgütlerine, bu şirketten silah taşıdıkları iddia ediliyordu. Uğur Mumcu bu konuda kitaplarında önemli bilgiler veriyordu.

          Ünlü silah ve uyuşturucu kaçakçısı Bekir Çelenk Gaziantep/Kilis’li idi. Kilis, silah, uyuşturucu, Döviz, altın ve Hayali İhyracaat kaçakçıları ile ünlenmiş bir ilçe idi.

          Kilisli bu kaçakçılardan; Yaşar Aktürk(Berber Yaşar) ve Çilo Mehmet(Mehmet Yıldırım) da en az Bekir Çelenk kadar ünlüydüler.

           Bir dönem Yaşar Aktürk’ün ortakları arasında; Uğur Süzer, Lütfi Kefelioğlu ve 12 Eylül Darbecilerinden Necdet Üruğ’un oğlu Hadi Üruğ’da vardı.

           Kilisli Çilo Mehmet’in ismi ise, Suriye Gizli Servisi (El Muhaberat)  elemanı Muhammed Celal Zehebi (Özel) ile birlikte, gazeteci Çetin Emeç’in öldürülmesinde geçiyordu. Çetin Emeç, Hürriyet gazetesinde altın ve döviz kaçakçılığı üzerine yazılar yazınca öldürülmüştü.

            Suriye Gizli Servisi El Muhaberat elemanı Muhammed Celal Zehebi; Gladio’cuların kontrolunda Türkiye’de kaçakçılık yaparken, Genelkurmay İstihbarat Dairesi elemanı Albay Tandoğan Koparal’ın çetesine uyuşturucu taşırken, Genelkurmay İstihbarat Dairesi’nin kontrolundaki Abdullah Öcalan, Suriye’de El Muhaberat’ın kontrolunda yaşıyor, Türkiye’de PKK’yı yönetiyordu. Çevrilen “fırıldak” bu kadar açık, net ve berrak idi.

           3 Ocak 1993 tarihli Hürriyet gazetesinde yer alan bir haberde ise, “Kilisli’ler; Çilo Mehmet (Mehmet Yıldırım), Hüseyin Yıldırım ve Mehmet Şahin’in, Sarp Sınır kapısında; 1356 kilo eroin yakalattıklarını, polis ifadelerinde; ‘bu uyuşturucunun bir kısmını Sivas’a, bir kısmını da Bursa’ya götürdüklerini’ itiraf ettiklerini” yazıyordu. Çetenin ilginç Bursa bağlantıları da vardı. Yukarıda kısaca değindim, Sivas eski vali Yardımcısı Nuri Gül, Bursa/İnegöl kaymakamlığı yaparken bu ilişkiler ve bağlantılar nedeniyle öldürülmüştü. Sivas’tan İnegöl’e çetenin gönderdiği uyuşturucuların, İnegöl’ün meşhur Mobilyaları arasına gizlenerek yurt dışına gönderildiği iddia ediliyordu.

         Gaziantep/Kilis’li Çilo Mehmet’in Sivas’a gönderdiği bu eroini ve diğer bir Gaziantepli Mehmet Ali Yaprak’ın Sivas’a gönderdiği “captagon” haplarını, Genelkurmay İstihbarat Dairesi elemanı Albay Tandoğan Koparal’a bağlı çete pazarlıyordu. Kutlu Savaş, “ünlü Susurluk Raporu”nda; “Gaziantepli Yapraklar’ın Sivas şehirler arası otobüs işletmesi Sivas Tur firmasına ortak olduklarını” yazıyordu. İlişkiler yumağına bakın ki, Sivas Tur firması’nın sahibi Yılmaz Yılmaz’da “93 Muhaciri ‘Karslı’ idi. Hangi kirli taşı kaldırsanız, altından bir “Karslı” çıkıyordu.“Karslı” Yılmaz Yılmaz daha sonra Sivas’ta  öldürüldü.

            Cinsel gücü artırdığı iddia edilen bu “Captagon” haplarını bazı polisler ve bazı askeri istihbaratçılar tecavüz ettikleri kadın ve kızlara veriyorlardı. Bu şekilde uyuşturucu bağımlısı yapılan yüzlerce kadın ve kız Sivas’ta ve Ankara’da  fuhuşun ve uyuşturucunun pençesinde can çekişiyordu. Benim ihbarlarıma rağmen hükumetler bu “alçaklara ve alçaklığa” müdahale etmiyorlardı. Ondan sonra da; “bu darbelerin arkasında kim var”? Diyerek avaz avaz bağırıyorlardı.  

         Genelkurmay Başkanlığı döneminde “faili meçhul cinayetlerin zirve yaptığı” Doğan Güreş, de yukarıda bazılarının isimlerini açıkladığım Kaçakçılar gibi Gaziantep/Kilis’li idi. Uzmanlar; Gaziantep’de de önemli bir Yahudi asıllı, Sabetayist Tarikatı mensubu nüfus olduğuna dikkat çekiyorlar.

          Doğan Güreş’in yaptığı olayları ve O’nun Genelkurmay Başkanlığı döneminde yaşanan “kanlı olayları” bir bütün olarak değerlendirdiğiniz de; hiç tereddüt etmeden Kilis’li bu kaçakçıların ve Doğan Güreş’in ailelerinin de Yahudi asıllı ailelerden olduğuna kolayca kanaat getirebiliyorsunuz. Zaten Yahudi asıllı olmasa Genelkurmay Başkanı olamazdı. Görünen köy kılavuz istemiyor. Ordu-Emniyet ve MİT içindeki Gladio’cular, kaçakçılar ile “işbirliği” halinde çalışıyorlar.

          Genelkurmay Karargahı’ndaki bir “çetenin” organize ettiği bu kanlı olaylardan ve faili meçhul cinayetlerden Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in haberinin ve okeyinin olmaması imkansızdı. Nitekim; “Eşref Bitlis’in uçağı buzlanma sonucu düştü” diyerek yalan söylemesi, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi sonrası, gazetecilerin, “Uğur Mumcu’yu kim öldürdü” diye sorduğu soruya, Doğan Güreş’in, “O konuda konuşmak istemiyorum” diyerek kaçamak cevap vermesi ve “Sivas Madımak Oteli yakılırken, ateş emri verdim, Menemen gibi taş taş üstünde koymayın bütün mahalleleri bombalayın,  fakat vali ateş emri vermedi” diyerek ilginç itiraflarda bulunması, bu olayların Doğan Güreşin bilgisi ve okeyi ile tertiplendiğinin önemli kanıtları idi.

          Bu kısa bilgilerden sonra tekrar Batman’a dönelim. Batman silah skandalı patladıktan sonra, Salih Şarman Batman valiliğinden alındı. Silah skandalı ve bir Batmanlı vatandaştan aldığı iddia edilen rüşvet nedeniyle cezaevine girdi.

        Tesadüfe bakın ki, Gladio’cular Batman valiliğine İsa Parlak’ı  atadılar. İsa Parlak’ı Batman valiliğine atadıkları günlerde, İsa Parlak’ın soruşturduğu benim dilekçeme ait dosya kayboldu, bir daha izine rastlayamadım. İsa Parlak ile bir pazarlık mı yaptılar? Bu pazarlık sonucu mu O’nu Batman’a vali yaptılar? Benim şikayet dosyamı O’na mı kapattırdılar? Başkasını mı devreye soktular? Bilemiyorum.

         Dilekçemi etkisiz hale getirmek, soruşturmanın önünü kesmek için; kendi kullandıkları Salih Şarman’ı deşifre ettiler. Bütün dilekçelerimi ve soruşturmaları bu şekilde önlüyorlar. İster müfettiş olsun, ister savcı olsun, ister hakim olsun, kim olursa olsun; ya pazarlık yapıp anlaşıyorlar, ya şantaj altına alıyorlar, ya da sürgün ediyorlar, bir şekilde soruşturmaları önlüyorlar.

        Gladio’cular; Hizbullah militanları ile özdeşleştirdikleri “Şalvar”ı, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ı öldüren “Özel Kuvvetler Komutanlığı C Timi” elemanlarına da  giydirmişler; “Gaffar Okkan’ı ‘şalvarlı’ Hizbullah militanları öldürdü” algısını pekiştirmeye çalışmışlardı.

           Bu konuda Emekli Kıdemli Yüzbaşı Özcan Tozlu basına yaptığı açıklamada şöyle diyordu; “Gaffar Okkan’ı Albay Levent Göktaş yönetimindeki 7 kişilik Muharebe Arama Kurtarma (MAK) timi öldürdü. Göktaş bunu bana, Ankara’da yaptığımız görüşmede itiraf etti ve pişman olduğunu söyledi. Okkan öldürülmeden bir hafta önce, öldürüldüğü Sezai Karakoç Caddasi’nde keşif yapmışlar; Sezai Karakoç Caddesi ile Sümer Camii arasında bir yer belirlemişler, Tim Ankara/Kirazlıdere’deki merkezden gelmiş, 7. Kolordu Komutanlığı’na ait iki sivil araçla olay yerine gitmişler,  camii de elbiselerini değiştirmişler, Gaffar Okkan’ı ve korumalarını öldürmüşler, tekrar camii de elbiselerini değiştirmişler, aynı araçlarla 7. Kolordu’ya dönmüşler ve tekrar Ankara/Kirazlıdere’deki merkezlerine gitmişler…”

           O tarihlerde Diyarbakır 7. Kolordu Komutanlığı koltuğunda Korgeneral Doğan Temel oturuyordu.

           Genelkurmay’ın kadrolu tercümanlarından Yıldırım Beğler’de basına yaptığı açıklamada; “Gaffar Okkan’ın aynı TİM” tarafından öldürdüğünü” bildirdi…

           Diyarbakır’lı iş adamı Mehmet Ali Altındağ ise yine basına yaptığı açıklamada şöyle diyordu; “Gaffar Okkan’ın öldürüldüğü gün; Diyarbakır valisi Ahmet Cemil Serhatlı, OHAL Bölge valisi Gökhan Aydıner ve Jandarma Alay Komutanı ile birlikte saat iki sularında valilikte bir toplantı yapıyorlar, vali toplantıya Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ı da çağırıyor, fakat toplantıya almıyorlar, Okkan,  epey bir zaman valilik özel kaleminde oturduktan sonra sinirli bir vaziyette valilikten ayrılıyor…” 

           Gaffar Okkan öldürüldüğü gün, öldürülmesinden birkaç dakika önce, Emniyet Müdürlüğü makamında, gazeteci Yavuz Donat tarafından, Diyarbakır’a gönderilen Nuriye Akman ile “röportaj” yapıyordu. Nuriye Akman’ın, 25 Ocak 2001 tarihli Sabah gazetesinde aktardığına göre; “ röportaj bittikten ve ‘akşam karanlığı’ basınca, yine vali Ahmet Cemil Serhatlı Gaffar Okkan’a telefon ederek O’nu valiliğe çağırmıştı. Nuriye Akman, kendisinin de valiliğe gideceğini söyleyince, Gaffar Okkan; ‘hadi birlikte gidelim’ demiş, fakat Nuriye Akman bunu kabul etmemiş; ‘Siz gidin ben başka yoldan gelirim’ demiş, Sezai Karakoç Caddesi’nden korumaları ile valiliğe giden Gaffar Okkan öldürülmüştü. Tabii o gece Sezai Karakoç Caddesi’nin elektrikleri de önceden kesilmişti.

           Nuriye Akman aynı köşesinde; “kendisinin Diyarbakır’da olduğu bir sırada; Sabah gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Tayfun Develioğlu’nun da kendisini aradığını; ‘hemen Diyarbakır’a git, Gaffar Okkan ile röportaj yap, Hizbullah’ı sor’ dediğini, kendisinin de ‘Ben zaten Diyarbakır’dayım’ dediğini” anlatıyordu.

           Önemli soru: “Yavuz Donat ve Tayfun Develioğlu, Gaffar Okkan’ın öldürüleceğini kimlerden öğrenmişlerdi? Bu ikilinin dışında, Nuriye Akman’ı Gaffar Okkan’ın öldürüleceği gün Diyarbakır’a kimler göndermişti ? FETÖ’den tutuklanan Nuriye Akman kimdi? Gladio’nun nesrindeydi?

           Vali Ahmet Cemil Serhatlı’nın da Okkan cinayetinde “kilit” rolde olduğu iddia ediliyordu. Ahmet Cemil Serhatlı’nın aynı zamanda Mehmet Ağar’a yakın isimlerden biri olduğu söyleniyordu. Okkan cinayetine bir nokta koyalım ve “zincirin halkalarını” sıralamaya devam edelim. 

         Masonların ve Sabetayistlerin üye olduğu Büyük Klüp/ Cırle D’orient, 1882 yılında İngilterenin İstanbul elçisi Sir Alfred Sandison tarafından kurulmuştu. Kurulduğu tarihten bugüne kadar Türkiye siyasetinde önemli roller oynadı. Grand Orient Mason Locası da aynı İngiliz elçisi tarafından kurulmuştu.

           Vakit gazetesi, Orgeneral İlker Başbuğ’un da Büyük Kulüp/Cırle D’orıent üyesi olduğunu ve Başbuğ’a ait olduğunu iddia ettiği, Yahudilerce kutsal sayılan Kudüs’teki “Ağlama Duvarı”nda dua ederken bir fotoğrafını yayınladı, sonra da 14 Haziran 2008 tarihli sayısında “Paşaya 3 soru” başlıklı bir yazı yayınladı. Bu yazı üzerine, Büyük Klüp/Cırle D’orıent 17 Haziran 2008 günü bir açıklama yaptı. Bu açıklamada Ak Partili bazı milletvekillerinin de üyeleri arasında olduğunu  bildiriyor ve şöyle diyordu;

        “Ak Parti milletvekilleri; Şaban Dişli, Cengiz Kaptanoğlu, Muharrem Eskiyapan, Gülseren Topuz, Abdülkadir Aksu, Mehmet Dengir Mir Fırat’da üyelerimiz arasındadır.”

                Abdülkadir Aksu ile birlikte Büyük Kulüp/ Cırle D’orıent üyesi olan Şaban Dişli15 Temmuz Darbesi’nin yapıldığı gün, Ak Parti Genel Başkan Yardımcılığı koltuğunda oturuyordu.Genelkurmay Karargahı’nda Strateşik Dönüşüm Dairesi Başkanı olan kardeşi Tümgeneral Mehmet Dişli ise, darbenin kilit isimlerinden biri olarak tutuklandı. Genelkurmay Başkanı Hulisi Akar’a, “Darbenin başına geç” dediği iddia ediliyordu.

                15 Temmuz Darbesi’nin diğer önemli isimlerinden biri olan, 2013-2015 tarihleri arasında Hava Kuvvetleri Komutanı olarak görev yapan ve Darbe tarihinde Yüksek Askeri Şura üyesi olan Akın Öztürk’ün de 1996-1998 tarihleri arasında İsrail/Telaviv’de Askeri Ateşe olarak görev yaparken, Nur Mason Locası’na üye olduğu dile getiriliyor.Bütün bu ilişkiler birer tesadüf olabilir mi?

               15 Temmuz Darbesi’nin önemli bir ayağını teşkil eden “FETÖ” ile, faili meçhul cinayetler arasındaki bağlantıya bir örnek daha vereyim;

               Muhsin Yazıcığlu ve arkadaşlarının bindiği helikopter askeri uçaklar tarafından 29 Mart 2009 günü düşürüldükten kısa bir süre sonra helikopterin yanına giden bazı askeri kişler helikopterin bazı parçalarını sökmüşlerdi. Hatta dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu parçaları “keçiler mi söktü” diye bir cümle kullanmıştı. İşte bu parçaları söken kişilerden biri olan Yarbay Davut Uçurum ve daha sonra yine helikopterin GPS cihazını söküp yakan ekibin içinde bulunan Astsubay Aydın Özsıcak’ın, 15 Temmuz 2016 Darbe gecesi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı Marmaris’te teslim almaya giden ekibin içinde yer aldıkları iddia edildi ve tutuklandılar. Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterini düşüren uçakların, uçuş emrini kimler vermişti? O tarihlerde Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan İlker Başbuğ, bu konuda konuşmadı. Aceba, İlker Başbuğ, Muhsin Yazıcıoğlu cinayeti hakkında bildikleri nedeniyle mi Ergenokon Operasyonları sırasında tutuklandı?

               Peki, Yarbay Davut Uçurum ve arkadaşlarının, helikopterin düşürülmesinden kısa bir süre sonra, helikopterin yanına gittiklerini nereden biliyoruz? Bu konuda iki önemli delil var. Birincisi, dönemin Kahraman Maraş Emniyet İstihbarat Şube Müdürü olan Dursun Özmen, helikopterin düşürülmesinden iki saat kırk dakika sonra, yani, 17.40’da Kayseri dahil çevre illerin Emniyeti’ne gönderdiği bilgi notunda şöyle diyor;

             “Yazıcıoğlunu taşıyan helikopterin K. Maraş, Göksun ilçesi, Ömer Köyü, Kazmadere Mevkii’nde bulunduğunu, Yazıcıoğlu’nun sağ ayağının kırık olduğunu, diğer kişilerin ise yaralı olduğunu, Göksun hastanesine getirilmekte olduklarını…”

               Kayseri Emniyet Müdürü Orhan Özdemir’in bu bilgiyi Kayseri valisi Mevlüt Bilici’ye verdiği açıklandı. Otopsi raporunda, gerçekten de, Yazıcıoğlu’nun sağ ayağının kırık olduğu tesbit edilmişti.

               İkinci önemli kanıt ise helikopterde bulunan gazeteci İsmail Güneş’in 112 Servisi ile yaptığı görüşme. Güneş, bu görüşmede; konuşmasında herhangi bir bozukluk veya bilinç kaybı olmadan helikopterin düştüğünü bildiriyor ve yardım istiyordu. Son cümlesi ise şu oluyor; “Bu arkadaş kim yav!…”

               Belli ki, İsmail Güneş, yabancı birinin yanına doğru yaklaştığını görmüş ve “kim bu yav” deyivermişti. Yanına yaklaşan kişi, Muhsin Yazıcıoğlu gibi kendisini de öldürmüş ve çenesini kırmıştı. Çünki, otopsi raporunda Güneş’in çenesinin kırık olduğu tesbit edilmişti.

               FETÖ örgütünün işlediği bu cinayetlere bir örnek daha vermek istiyorum; Özel Hareket Daire Başkanı Behçet Oktay, 25 Ocak 2009 günü aralarında Bülent Ecevit’in “koruma müdürü”ve milletvekili seçtirdiği Recai Birgün’ün de bulunduğu bir grup tarafından Ankara/Çankaya/ Marina Restoran da gece bir yemeğe davet edildi, bu yemekte, Oktay’a içki verildi, içeceğine uyuşturucu katılarak, uyuşturulduktan sonra, dışarıya çıkarılarak kafasına bir kurşun sıkılarak öldürüldü ve olaya intihar süsü verildi.  Oktay’ın Otopsi Raporu’nda; “ göğüs kafesinde 7 kırık olduğu, idrarında ve kanında yüksek miktarda  alkol ve uyuşturucu bulunduğu” tesbit edildi.

               Bu yöntem Gladio’cuların kullandığı yöntemlerden biriydi. 1993 yılında Sivas Madımak Oteli yakılmadan kısa bir süre önce de, Sivas Kuyumcular Derneği Başkanı Bünyamin Somtaş ve iş arkadaşı Metin Kılıç da, öldürülecekleri gece içeceklerine uyuşturucu katılarak, uyuşturulmuşlar, Bünyamin Somtaş’ın kuyumcu dükkanının bodrum katına indirilerek, kafalarına kurşun sıkılarak öldürülmüşler; altınları, dolarları ve tüm servetleri aynı çete tarafından yağmalanmıştı. Bu servetin bir kısmının, Sivas Madımak Oteli yangını organizesinde harcandığı da iddia ediliyordu.

                 Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerini kapatmak için, Gülen’ci polisler ile birlikte sahte Selam Tevhid Kudüs Ordusu üzerinden, sahte “Umut Operasyonu”nu yaparak yoğun çaba sarf eden, bu cinayetlerdeki Gladio izini gizlemeye  çalışan Recai Birgün, aynı çabayı Behçet Oktay cinayetin de gösterdi. Piyasaya çıkarak, gazetelere ve televizyonlara açıklamalar yaparak; Behçet Oktay’ın intihar ettiğini, acilen dosyanın kapatılması gerektiğini haykırmaya başladı, bu cinayetteki FETÖ parmağını gizlemeye çalıştı. Yine, Takvim gazetesinden Mehmet Çetingüleç’i kullanarak, O’na,  3 Ocak 2012 tarihli Takvim gazetesinde, “Sırdaş Konuştu” başlıklı bir yazı yazdırarak, Oktay’ın intihar ettiğini anlattı. Aynı Recai Birgün, Ergenokon Operasyonları sürecinde de, FETÖ’cü polisler ile yoğun işbirliği yapmıştı. Belli ki, Recai Birgün, Behçet Oktay cinayetinde de “kilit” roldeydi.

               Behçet Oktay öldürülmeden kısa bir süre önce telefonları, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek tarafından dinlemeye alınmıştı, yine öldürüleceği günlerde de, Recai Birgün, Behçet Oktay’ı makamında ziyaret etmiş onunla ilginç bir görüşme yapmıştı. Yaşanan bu “ilginç trafik”, aynı zamanda; Ramazan Akyürek-Recia Birgün ilişkisine de ışık tutuyordu.

                 Sahte “Umut Operasyonu” sonrasında, Bülent Ecevit’in koruma müdürlüğüne terfi ettirilen Recai Birgün, Rahşan Ecevit’in bağışlaması ile bir de daire sahibi olmuştu. Daha sonra bu daireyi Rahşan Ecevit geri istemiş, fakat Recai Birgün bu daireyi vermemiş, CHP’ye satmıştı. Ecevit’ler sayesinde milletvekili de olan Recai Birgün, milletvekilliği koltuğuna alışmış olacak ki, CHP ve AK Parti kapılarında dolaşarak yeniden milletvekili seçilmek için yoğun çaba sarfetmişti.

               Şimdi bir daha soruyorum; bu cinayet dosyalarını açmadan 15 Temmuz Darbesi veya diğer darbelerin arkasında kimlerin olduğunu, bu darbeleri kimlerin organize ettiğini öğrenebilir misiniz?

               15 Temmuz Darbesi ve FETÖ operasyonları, bu faili meçhul cinayetlerdeki sis perdesini iyice araladı ve bu cinayetler arkasındaki Gladio parmağı daha net olarak görülmeye başladı. Hükumet bu fırsatı iyi değerlendirerek acilen Gladio’nun tasfiye sürecini başlatmalıdır. Aksi taktirde ülkeye yazık olur.

               Bu manzara karşısında, asıl sorulması gereken soru şu; Özel Harp Dairesi ve Genelkurmay İstihbarat Dairesi’nin “kadrolu elemanı” Fethullah Gülen ve Örgütü bu cinayetleri işlerken, ordu içinde böylesine örgütlenirken, darbe hazırlığı yaparken; Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Daireleri nerede idi? Askeri istihbarat, bu cinayetlerin, FETÖ örgütlenmesinin ve 15 Temmuz Darbesi’nin  neresindeler? Fuhuş ve uyuşturucu faaliyeti yürüten, vatandaşları yatak odalarında dahi kontrol eden, fuhuş ve uyuşturucu ile toplumu ‘kontrol altında’ tutmaya çalışan  bu istihbarat birimleri gerçekten bu işlerden habersiz mi dersiniz? Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Daireleri’nin sızmadığı; siyasi parti, terör örgütü, sivil toplum örgütü, Dernek, Tarikat ve Devlet kurumu yoktur. Adeta bir “ağ” gibi her tarafı kuşatmışlar ve kontrol altında tutuyorlar. 30 yıllık çete mücadelemde, buna bizzat tanık oldum.

                  Gülünesi bu manzarayı Milli Savunma Bakanı Fikri Işık şu çarpıcı sözlerle açıklıyor;  “Bir Genelkurmay düşünün…358 general ve amiral var. Bunun 150’den fazlası darbeye teşebbüs ediyor ve o Genelkurmay bunun farkına varamıyor. Bu kurumsal bir zaaftır…”(Hürriyet Ankara bürosu, 12 Kasım 2016)

                  Eski Genelkurmay başkanlarından İlker Başbuğ ise, yine topu taca atıyor, TBMM Darbe Komisyonu’na yaptığı açıklamada şöyle diyor; “ MİT Genelkurmay’a 8 yıl bilgi vermedi…” Peki doğrudan Genelkurmay Başkanına bağlı olan, Genelkurmay İstihbarat Dairesi de mi bilgi vermiyor?

                    Kadın ticareti, uyuşturucu ticareti ve hırsızlık faaliyetlerinden 100 adet daire satın alacak kadar servet edinen Selanik Muhaciri Sabetayist kökenli Albay Tandoğan Koparal gibi Genelkurmay istihbarat subayları, galiba bu faaliyetlerden fırsat bulup, darbecileri tesbit edemiyorlar mı?

                     Hükumet, 15 Temmuz Darbesi sonrası, istihbaratın yeniden yapılandırılacağını söylüyor. Bu dönemde, acilen Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Daireleri iptal edilerek, askerin istihbarat toplama yetkisi kaldırılmalıdır.

                    15 Temmuz Darbesi’nde kafa karıştıran ve cevaplandırılması gereken iki önemli soru var. Birinci soru şu; Kara Havacılık Komutanlığı’nda görev yapan H.A. isimli binbaşının darbe haberini önceden MİT’e bildirmesine rağmen darbe neden önlenmedi?

                    İkinci soru ise şu; askeri istihbarat’ın FETÖ Örgütü içindeki elemanlarından biri olduğu anlaşılan Adil Öksüz’ün salıverilmesini azan  jandarmasında kimler organize etti? Niçin bulunamıyor? Adil Öksüz, Hava Kuvvetleri imamı olarak tanımlanıyor, Fethullah Gülen’den darbe emrini getirdiği iddia ediliyor ve 15 Temmuz Darbe gecesi, darbenin merkezi Akıncı Üssü’nde yakalanıyor. Savcı tutuklanmasını istiyor, mahkeme serbest bırakıyor…

                     Belli ki, Adil Öksüz’de; Yeşil gibi, PKK lideri Abdullah Öcalan gibi, DHKP-C lideri Dursun Karataş gibi, Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu gibi, Abdullah Çatlı gibi bir “Gladio elemanı.”

                    Türkiye’de; kadın ticareti, uyuşturucu ticareti, hırsızlık faaliyeti, terör örgütleri ve terör olayları, faili meçhul cinayetler, darbe faaliyetleri ve tarikat yapılanması gibi “Gladio faaliyetleri”ni incelerken Yahudi Dönmesi Sabetayistleri ve Masonları göz ardı edemezsiniz. Bu faaliyetlerde, bu iki sözcük “gizli anahtar” niteliği taşıyor. Bu gizli ve gizemli sırrı, bu bilmeceyi bilmeden, çözmeden de Türkiye’de yaşanan olaylara doğru tanı koyamazsınız. Ne İttihat- Terakki’nin kurulmasını, ne Osmanlı İmparatorluğu’nun çökertilmesini, ne Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopartılan Filistin topraklarında İsrail Yahudi Devleti’nin kurulmasını, ne de Türkiye topraklarının Yahudileştirilmesini anlayamazsınız.

                      Bu ilişkiler ağını ve bu olayları doğru değerlendirebilmeniz için de dikkatinizi önemli bir noktaya daha çekmek istiyorum. Mason- Sabetayistler tarafından 1889’da kurulan İttihad-i Osmani Cemiyeti’ni kuran isimlerden İbrahim Temo’nun İtalya/Milano’da “Carbonari” örgütünü ziyaret etmesi, bu örgütün yapısının hem İttihad-i Osmani, hem de onun yerini alan İttihat-Terakki Cemiyeti’nde aynen uygulanması, bu yapılanmanın daha sonra Cumhuriyet Türkiyesi’nde kurulan Özel Harp Dairesi’ne devredilmesi, Türkiye’de yaşananlar konusunda  yeteri kadar ip ucu veriyor. Bu temaslar, aynı zamanda, Özel Harp’çilerin uluslar arası bağlantılarına da ışık tutuyor. Yahudilik ve Masonlukla bağlantılı olan “Carbonari” örgütü 19. yüzyılda bazı Yahudi bankacıların mali desteği ile kurulmuştu. 

                   Malatya/Hekimhan/ Güzelyurt Kasabasında doğan fakir bir Anadolu genci Mehmet Ali Ağca’nın Alparslan Türkeş, Ruzi Nazar, Enver Altaylı ve Murat Bayrak gibi isimlerin kurduğu “Komando Kampları”nda silahlı eğitim aldıktan sonra, İtalya’ya götürülerek Papa’ya kurşun sıkması, bugün de Türk Masonları ile İtalyan Masonları’nın “işbirliği” yaptığının en güzel kanıtı değil mi? Böyle bir “organizasyonu” az mı sanıyorsunuz? Böyle bir “organizasyon” şeytanın aklına bile gelemez.

                  Aynı “organizasyon”ların bir neticesi olarak, bugün de Fethullah Gülen, Amerika’da yaşıyor ve Yahudilere hizmet sunuyor. Dün, Mehmet Ali Ağca’ya kurşun sıktıran “el” ile, bugün Gülen’i kullanan “el” aynı “el.” Bu ilişkiler ağı çözülmeden, 15 Temmuz ya da diğer darbelerin perde arkası aydınlatılabilir mi? “Bizim Çocuklar”ın “rolü” anlaşılabilir mi?

               Nitekim, Fethullah Gülen’in; CIA eğitiminden geçirilmiş, Esat Keşşafoğlu ve Fuat Doğu gibi Özel Harpçi subaylar tarafından 16 yaşından itibaren Gladio eğitimine tabi tutulması, Gladio kadrosuna alınması, Erzurum, Edirne ve Kırklareli gibi illerde Kominizmle Mücadele Dernekleri’nin kurulmasında görev verilmesi, daha sonra  Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin “Yeşil Kuşak” ile kuşatılması sürecinde O’na İzmir, Kestane Pazarı’nda Yahudi Dönmeleri Sabetayistlerin yoğun olarak yaşadığı bir semtte “Dini Tarikat” kurdurulması, Sabetayist Tarikatı lideri Yahudi Sabetay Sevi’nin yöntemlerini aynen uygulaması,”ırkdaşı” İsrail ve ABD Yahudilerine hizmet sunması, O’nun, “İslami Tarikat lideri” maskesinin arkasındaki gerçek kimliğini ele veriyor.

                     Gülen’in 1966 yılında İzmir’e gönderilmesi, Sabetay Tarikatı’nı kuran Sabetay Sevi’nin kaldığı evi ziyaret etmesi, Kestane Pazarı’nda Yahudi ve Sabetayist Tarikat’ı mensupları ile temasa geçmesi, Sabetay Sevi gibi “Mesihliğe” özenerek Yeni bir Tarikat kurması ve “Mesih”liğini ilan etmesi, daha sonra “Mason” kadrosuna alınması tesadüf değil.    Çünkü, “Küresel Siyonist Çete’nin ve onun uşağı “Türk Gladiocu’larının elinde Türkiye’de yaşayan Masonların ve Sabetayistlerin isim listesi ve yerleşim yeri haritası mevcut. Gladio kadrosunu incelediğinizde; bu “kimlikleri” kolayca görebiliyor ve bu “gizli” bilmeceyi çözebiliyorsunuz. Bu listenin İsrail’de “Ben Zvi Enstitüsü”nde olduğu biliniyor. Sabetayist kökenli yazar Ilgaz Zorlu, böyle bir  listenin İsrail’in elinde olduğunu doğruluyor.

                     Türkiye’de bu liste “Kozmik Oda”da olabilir. Gerek Genelkurmay, gerekse Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Daireleri bu listeden yararlanıyor ve uyguluyorlar. Faaliyet gösterdikleri illerde, bu Yahudi asıllı aileler ile irtibat kuruyorlar.

                     Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökertilmesinden sonra, 14 Mayıs 1948’de İsrail Yahudi Devleti’nin kurulması, bunu takiben 1948’den itibaren “özel olarak seçilen” bazı Yahudi Dönmesi Sabetayist ve Mason kökenli subayların Gayri Nizami Harp (Kontrgerilla) eğitimi almak üzere Amerika’ya gönderilmeleri, 18 Şubat 1952’de Türkiye’nin Nato’ya girmesinden sonra, Amerika’nın emri ile, Özel Harp Eğitimi almış 15 subay tarafından 27 Eylül 1952’de Seferberlik Tetkik Daire Başkanlığı’nın (Özel Harp Dairesi) kurulması, başına İttihat Terakki Cemiyeti’nin istihbarat organı Teşkilat-ı Mahsusa’da da görev yapmış, orada yetişmiş olan Korgeneral Daniş Karabelen’in getirilmesi, İttihat Terakki Cemiyeti’nin “gizli görevi”nin, Özel Harp Dairesi’ne devredilmesi, Özel Harp Dairesi’nin Amerika ve İsrail Yahudileri’nin çıkarını koruyacak şekilde yapılandırılması birbirine bağlı olaylar. Bu olayları bir bütün olarak değerlendirmeden bu gün yaşanan terör olaylarına, faili meçhul cinayetlere, fuhuş ve uyuşturucu olaylarına ve darbelere doğru tanı koyamazsınız. Öncelikle bu “alçakları” tanımanız gerekiyor.

                      Gazeteci-yazar Tamer Korkmaz’ın Gülen’in gerçek kimliği hakkında vermiş olduğu şu ilginç bilgiler bu anlattıklarıma yeteri kadar ışık tutuyor;

                     “Gülen 24 Mart 1986 tarihinde Almanya’ya gitmek için Emniyet’e başvurduğunda pasaport istek formunda annesinin adını ‘Rabin’ olarak bildiriyor.’Rabin’ Yahudilerce kutsal sayılan isimlerden biridir…Fethullah Gülen’in annesi Rabin ‘Edirne Müdafii’ olarak da bilinen Mehmet Şükrü Paşa’nın ailesindendir. ‘Şükrüpaşazadeler’ diye anılıyorlar.

                        Mehmet Şükrü Paşa’nın (1857 Erzurum, 1916 İstanbul) atalarının yüzyıllar önce İspanya’dan Türkiye’ye (Edirne) göç etmiş olan ‘Sefarad Yahudileri’nden olduğuna dair ciddi iddialar vardır. Şükrü Paşa’nın Edirne’deki İkinci Ordu Birinci Fırka Topçu Komutanlığı’na atanmasından sonra Balkanlar’da ‘Osmanlı’nın içerden yıkılması için savaşan’ çetelerin azdığına dikkat çekenler onun Ordu’daki seri yükselişi ile ‘masonluğu’ arasında da bağlantı kurmuşlardır.

                       Osmanlı ordusu saflarındaki Sabetaycı ve de Mason  locasına mensup subayların varlığı –dahası 19. yüzyılın sonlarından itibaren yaygınlaştığı-ayrıntılarıyla biliniyor…

                        CIA şeflerinden Paul Henze’nin yakın dostu Kasım Gülek’in aracılığı ile 1975    

 Yılında mason locasına dahil olan Mister Gülen’in ABD’deki önde gelen Yahudi kuruluşları ile münasebeti ise 1990’lı yılların ikinci yarısında gelişmiştir…” (23 Ağustos 2016 Yenişafak gazetesi)

                          Gazeteci-yazar Fuat Uğur ise, Fethullah Gülen’in baba tarafının Karay Yahudilerinden olduğunu bildiriyor ve şunları yazıyor:

                          “Karay Yahudileri Osmanlı döneminde İstanbul/Karaköy’e yerleştiler.Osmanlı buradaki yapılanma ve örgütlenmeleri tehlikeli bulunca, bir kısmını parçalayarak Anadolu’ya gönderdi. Fethullah Gülen’in dedeleri deBitlis/Ahlat’a yerleştirildi.

Orada da huzursuzluk çıkarınca, oradan kaçarak Erzurum/Pasinler/Korucuk Köyü’ne gelip yerleştiler…”(30 Ağustos 2016 tarihli Türkiye gazetesi.)

                          Gazeteci-yazar Ergün Diler ise, “Gizli Kod: Kırım” başlıklı yazısında; FETÖ içinde yer alan Kırımlı bazı isimlere dikkat çekiyor ve şunları yazıyor:

                          “..FETÖ içinde yer alan; Abdullah Aymaz, Emniyet İmamı Hilmi Özdil, Adil Öksüz, Ekrem Dumanlı, Akın İpek, İlhan İşbilen, İsmail Büyükçelebi, Boydaklar ve Şerif Ali Tekalan Kırım kökenlidir..FETÖ’nün içinde çok Kırımlı vardır..   Amerikan para devi Rotscildler de Kırımlı’dır…(18 Mart 2017 tarihli Takvim gazetesi)

                          Ergün Diler’in bu tesbitleri ışığında, önemli “Mürit”lerinin de kendisi gibi Kırım Yahudileri’nden olduğunu öğreniyoruz. Aslında FETÖ, “İslami” görünümlü bir Tarikat olmasına rağmen, “İslam” ı “maske” olarak kullanıyor. FETÖ bir  “Sabetayist Tarikat” yapılanması. İlhamı da, Taikat lideri Sabatay Sevi’den alıyor.

                          Söz Rotscildler’den açılmışken birkaç cümle ile bu aileyi de tanıyalım.

                          Dünyayı yöneten aile olarak tanınan Yahudi asıllı Rotscildler Ailesi 1590 yılından itibaren Dünya tarihinde yer alıyor. İngiliz Kraliyet Sarayı’nda kıralın yaverliğini yaparak ortaya çıkan bu aile, çeşitli Avrupa ülkelerine yayılarak bankalar kuruyor; servetin, paranın ve gücün simgesi oluyor. Bugün Dünya üzerinde 1000-1500 civarında ferdinin olduğu biliniyor. Rotscildler Ailesi; Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması aşamasında ve İsrail Yahudi Devleti’nin kurulması sırasında önemli roller oynuyor. Derin Dünya Devleti’nin önemli patronlarından biri;Rotscild Ailesi, diğeri ise Yahudi Asıllı Rockefeller Ailesi’dir.

                          Türkiye siyasetinde 50 yıl rol oynayan; Bülent Ecevit ve Deniz Baykal Rockefeller Bursu ile, Süleyman Sami Dolaksızoğlu (Süleyman Demirel) ise Eisenhower Bursu ile Amerika’ya gitmiş ve eğitim almışlardır. Demirel, Amerika’dan döndükten sonra, Amerika’nın önemli şirketlerinden Morrison Şirketi’nin Türkiye temsilcisi oldu ve sonra da siyasete atıldı.

                           1948 yılında Amerika’ya eğitim için gönderilen 16 kişilik ilk subay grubunun içinde yer alanlardan; Hüseyin Feyzullah (Alparslan Türkeş), Türkiye’de Özel Harp yapılanmasında ve siyasette önemli roller üstlendi. Bu grupta yer alan 14 Subay ile birlikte 1960 Darbesini yaptılar.

                           Aynı grupta yer alan subaylardan; Turgut Sunalp ve Daniş Karabelen’de Türkiye’de Özel Harp yapılanmasında önemli roller oynadılar.

                            Yazar Yalçın Küçük ise; “Cemil Çiçek, Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan gibi bazı siyasetçilerin de Karay Yahudilerinden olduğunu ve Kırım kökenli” olduklarını iddia ediyor. Ve şu cümlesi dikkat çekiyor; “Gizli bir el bunları devamlı yükseltiyor…” (13 Temmuz 2009 Oda tv com.)

                          “Gizli bir el tarafından yükseltilen” siyasetçilerden biri de Yahudi kökenli olduğu iddia edilen Murat Karayalçın. Öğrencilik yıllarında sağ öğrencilerin kurduğu “Hür Düşünce Klübü” üyesi olan ve “Amerikan Haberler Merkezi”nde “telefon opertörlüğü” yaparak ilk “Gladio eğitimi”ni alan Murat Karayalçın sol’a transfer oluyor, Mahir Çayan’ın arkadaşı olup, okulu bitirince önü birden açılıyor. Alevilerin oyları ile CHP’de Büyükşehir Belediye Başkanlığı, milletvekilliği, Dışişleri Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı koltuklarına oturtululdu. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğunda otururken; Sivas “Madımak Kıyımı”ndan önce darbecilerin; “Sivast’a olaylar çıkacak, çok sayıda insan ölecek, cenazeler uçaklarla Ankara’ya taşınacak, Karşıyaka mezarlığında mezar hazırlat” talimatı ile, mezar hazırlattığı iddia edilen Murat Karayalçın, bir taraftan da “Madımak Katliamı”nın yıl dönümlerinde, Sivas caddelerinde Alevilerin önünde yürüyerek, Alevileri yakan “dincileri” telin ediyor.Siyasetten emekli olan Karayalçın’ı bu sefer de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu CHP kontejanından Türkiye İş Bankası Yönetim Kurulu üyeliğine getiriyor. Anlaşılan Murat Karayalçın ölene kadar CHP’nin mirasından nemalanmaya devam edecek..

                            Banka ve Şirket Yönetim Kurulları kamuoyunda “Arpalık” olarak tanımlanıyor. Bazı siyasetçiler ve Emekli Paşalar bu “Arpalık”tan besleniyorlar.  

                          Fethullah Gülen’in, “Gladio kadrosu”na alınmasını ve O’nu kimlerin koruduğunu incelediğinizde; O’nu bu kadroya alanların ve koruyanların da hep Yahudi kökenli Özel Harpçi’ler olduğunu görebiliyorsunuz.

                           Edirne’de bulunduğu sürede O’nu koruma altına alan asker kökenli vali Sabri Sarp ve Emniyet Müdürü Resul Bey Safarad Yahudilerinden.

                            Ankara/Mamak’ta askerliğini yaparken yine SafaradYahudilerinden Albay Reşat Taylan tarafından korunuyor. Mamak’ta acemilik dönemini tamamladıktan sonra, İskenderun’a gönderiliyor. İskenderun’da askerliğini yaptığı Muharebe Okulu’nda “dinleme ve istihbarat” eğitimi alıyor, istihbaratçı olarak yetiştiriliyor. Muharebe Okulu o tarihlerde bir Amerikan Üssü ve Amerika’nın kontrolunda. Burada askerliğini yaparken izinli olarak Erzurum’a gönderiliyor ve Erzurum Kominizmle Mücadele Derneği’ni kuruyor. İskenderun’da da O’nu koruyan Cemal Tural, yine Safarad Yahudilerinden.

                          O’nu eğiten ve Nur Cemaati içine sokan Özel Harpçi Üsteğmen Esat Keşşafoğlu da yine Safarad Yahudilerinden ve ABD’ye “Kontrgerilla Eğitimi” almak için gönderilen ilk subay grubunun içinde bulunan bir Kontrgerillacı.

                           Dikkatinizi çekiyorum; PKK lideri Abdullah Öcalan’da 1966-69 yıllarında Ankara’da Tapu Kadastro Okulu’nda okurken, Kominizmle Mücadele Derneği’nin toplantı ve seminerlerine katılıyor. Ankara/ Çelikkale Sokak’ta bulunan ve Kominizmle Mücadele Derneği’ne bağlı “Türkiye Fikir Ajansı”nda çaycılık yapıyor. Bu ajansın başında bulunan Refik Korkud Yiğitbaş’da bir Özel Harpçi. Büyük ihtimalle bu da Yahudi kökenli.

                         Başbakan Adnan Menderes’in, Başbakanlık Müsteşarı olan Salih Korur’un, 1960 Darbesi’nde kasası Alparslan Türkeş tarafından açıldığında, “Örtülü Ödenek” kayıtlarında; “Refik Korkut Yiğitbaş’a Ağustos 1959 tarihinde 28 bin lira ödendiği” görülüyor. Bu paranın “Özel Harp Organizasyonu”nda harcandığı belli. Abdullah Öcalan’ın “Türkiye Fikir Ajansı”nda çaycılık yaptığı yıllarda da MİT’in başında Fuat Doğu bulunmaktadır ve bu ilişkileri bilmektedir. Zaten MİT, yakın zamana kadar Genelkurmay’ın ve CIA’nın bir “yan kuruluşu” idi.

                          “Türkiye Fikir Ajansı” sahibi Refik Korkud Yiğitbaş, “Örtülü Ödenek Paraları” ile “Özel Harp” adına 100 adet kitap yazıyor. Daha sonra MHP’nin yayın organı Hergün gazetesinde köşe yazıları yazmaya başlıyor. Bu sefer de Ülkücülere öğütler veriyor.

                          Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Üstad-ı Azam-ı olan Salih Korur, Başbakan Adnan Menderes tarafından 1957 ve 1959’yıllarında iki defa MİT Müsteşarı olarak atanıyor.  

                           Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan’ın, önemli bir “Özel Harp” organizesi olan, CIA patentli Kominizmle Mücadele Derneklerinde yetişmesi ve bugün Türkiye’nin başına bela olmaları birer tesadüf olabilir mi? Bu ilişkiler ağı ortaya çıkarılmadan; terör, darbe, faili meçhul cinayetler,fuhuş ve uyuşturucu trafiği önlenebilir mi?  

                          Yıllarca Fethullah Gülen’in yakın çevresinde bulunan Latif Erdoğan, Fethullah Gülen’in Tarikat kurma süreci ile ilgili şu bilgiyi veriyor;

                          “1971 de Vehbi Koç’un evinde Vehbi Koç, MİT Müsteşarı Fuat Doğu, Yaşar Tunagür ve Fethullah Gülen bir yemek yiyorlar. Bu yemek sırasında, Fethullah Gülen’e bir ‘Tarikat’ kurmasını emrediyorlar. Bunun üzerine Gülen, İzmir’e gönderiliyor ve İzmir’de  ‘tarikat’ını kuruyor…”( 8 Ağustos 2016 CNN televizyonu)

                           Latif Erdoğan’ın bu ifşaatlarından, CIA ve MOSSAD’a hizmet sunan bir Fethullah Gülen’e kimlerin Tarikat kurdurduğunu kolayca görebiliyorsunuz.

                           Yaşar Tunagür, Fethullah Gülen’in arkasındaki önemli isimlerden biri. Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı yapan Yaşar Tunagür’ünde MİT ve CIA ile irtibatının olduğu iddia ediliyor. Gülen’in ilkokul mezunu olmasına rağmen ki, onu da dışarıdan bitirmiş, O’nu “vaiz”lik kadrosuna alan ve Diyanet Teşkilatı içinde onun koruyuculuğunu yapan da Yaşar Tunagür. Yaşar Tunagür’ü koruyan da Mason Süleyman Demirel.

                         MİT Müsteşarlığı yapan asker kökenli ve Mason Mehmet Fuat Doğu’nun ailesi de Balkanlar’dan kaçıp gelen ailelerden. İsminin ön adı “Mehmet” dikkat çekiyor. Sabetaycılık Tarikatı’nı kuran Sabetay Sevi, Çanakkale’de Padişah’ın huzurunda sorgulanırken korkusundan Müslümanlığı şeklen kabul ederek “Mehmet” ismini alıyor. Yazar Yalçın Küçük, bir kısım tanınmış Sabetaycıların “ön ad” olarak Mehmet ismini kullanmalarına dikkat çekiyor. Vehbi Koç ailesinin de Yahudi kökenli olduğu yıllardan beri iddia ediliyor. . Görüyorsunuz; zincirin halkaları nasıl da birbirine bağlı. Adamlar örümcek ağı gibi Türkiye’yi kuşatmışlar.

                          15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu Başkan Yardımcısı Ümit Özdağ, Fuat Doğu ile ilgili bir anısını anlatıyor:

                          “1989 yılında bir dergi için Fuat doğu’nun evine gittim ve kendisi ile bir söyleşi yaptım, bu söyleşi sırasında Fuat Doğu bana şöyle dedi; ‘Ben MİT Müsteşarlığı yapmadım, CIA’nın Şube müdürlüğünü yaptım.’” (A haber televizyonu, 27 Aralık 2016)

                         Türkiye’de Kominizmle Mücadele Dernekleri’nin, Ülkü Ocakları’nın ve Komando Kampları’nın kurulmasında görev alan ve Türkiye’nin bir dönemine damga vuran önemli iki isim daha var. Bunlardan  biri CIA ajanı  Ruzi Nazar, diğeri ise  CIA-MİT ajanı Enver Altaylı. Nazar’ın FETÖ’ nün birçok yurtdışı faaliyetlerini ve para kaynaklarını organize ettiği de biliniyor.

                         1960’lı yıllardan itibaren  Kominizmle Mücadele Dernekleri’nde yolları çakışan; Ruzi Nazar, Enver Altaylı, Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan dörtlüsü Türkiye’nin bir dönemine adeta damga vurdular. 2016’lı yıllarda da halen Abdullah Öcalan ve Fethullah Gülen isimleri üzerinden Türkiye’de bir savaş sürdürülüyor. Bu plan, az-buz bir örgütlenme değil.

                      Kontrgerilla örgütlenmesinin babası sayılan, Amerikan istihbaratı CIA ve Alman istihbaratı BND’nin  kurulmasında görev alan Reinhard Gehlen’in öğrencisi olan CIA ajanı Ruzi Nazar, Amerikan Harp Akademisi’ni bitiren ve Nato Daimi temsilcisi Binbaşı Alparslan Türkeş ile 1955 yılında Amerika’da tanışıyor. Nazar, Türkeş ile kendisini Altemur Kılıç’ın tanıştırdığını söylüyor. Türkeş aracılığıyla Askeri Ateşe Agasi Şen ve CIA’da istihbarat eğitimi alan Yüzbaşı Fuat Doğu ile de tanışan Nazar, 1959 ve 1971 yılları arasında Ankara’da CIA İstasyon şefi olarak Amerikan Büyükelçiliği’nde görev alıyor. Nazar-Altaylı ikilisi darbelerde, suikastlarda ve provokasyonlarda önemli roller üstlendi. Türkiye’nin “karanlık bir dönemi”ne adeta damga vurdular. Türk halkının kaderi ile oynadılar.  Ruzi Nazar’ın Ankara’ya gelmesinden 6 ay sonra 1960 Darbesi oluyor. Alparslan Türkeş ve Agasi Şen bu darbede görev alıyorlar. Enver Altaylı’yı MİT’e alan da Fuat Doğu.

                        Ruzi Nazar, Türkiye’de CIA adına çalışırken Ankara/Bahçelievler’de eski Genelkurmay Başkanları’ndan birine ait evde oturuyordu. 1978 yılında 12 Eylül Darbesi’nin “koşulları” hazırlanırken, Nevşehirli Ülkücü Abdullah Çatlı’nın organize ettiği 7 gencin öldürüldüğü “Bahçelievler Katliamı” da Bahçelievler 15. Sokak’ta gerçekleştirilmişti.

                       “Bahçelievler Katliamı”nı soruşturan Başkomiser Zeki Kaman ve Komiser Oktay Dürüst, Abdullah Çatlı’nın arkasında Hüseyin Demirel’in olduğunu tesbit etmişler, fakat bir türlü yakalayamamışlardı.

                        1978’li yıllarda Çatlı’yı yöneten Hüseyin Demirel, 1990’lı yıllarda, Sivas Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık Şubesi’nde Komiser olarak çalışıyor; bir başka Nevşehirli Albay Tandoğan Koparal’ın “komutasında”  Kars/Kağızman’lı Emniyet Müdürü Zekai Serici ile birlikte; kadın ticareti, uyuşturucu ticareti, silah kaçakçılığı, hırsızlık faaliyetleri yürütüyor ve PKK, DHKP-C, TİKKO gibi terör örgütlerini yönetiyorlardı. Bu ilişkiler “Şebeke”nin bağlantılarına yeteri kadar ışık tutuyor.

                        Amerika ve İsrail adına İran ve Afganistan’da da önemli görevler üstlenen Ruzi Nazar, Afganistan’da CIA adına El Kaide’nin kurulmasında da rol oynamıştı. CIA patentli El Kaide ve İŞID’de çok sayıda Türkistan’lı silahlı militan olduğu iddia ediliyor. Türkistan Bölgesi CIA ve MOSSAD’ın “ajan tarlası” olarak tanımlanıyor.

                         Ruzi Nazar-Enver Altaylı- Alparslan Türkeş üçlüsünün ilişki ve dostlukları ölünceye kadar devam etti.

                        Amerikan ve İsrail Yahudileri’ne hizmet sunan, bu amaçla dünyayı dolaşan Ruzi Nazar, en sonunda yine Türkiye’ye geldi. “Irkdaşı” Enver Altaylı ile Manavgat’a yerleşti, Fethiye’de öldü, oğlu Erkin Nazar tarafından gizlice “sırları” ile defnedildi.

                        Amerika’da Alparslan Türkeş ile Ruzi Nazar’ı tanıştıran Altemur Kılıç kim? Kısaca O’nu da tanıyalım. Yahudi asıllı, Sabetayist Tarikatı mensubu Altemur Kılıç, Kılıç Ali’nin oğlu. Çerkez kökenli ve Buhara’dan gelme bir aile.

                        İngiltere Kraliçesi tarafından “Commander Ofthe Victorian Order” ve Alman hükumeti tarafından “Grosse Verdient Kreuz” nişanları ile ödüllendirilen Altemur Kılıç, Washington ve Bonn Büyükelçiliklerinde basın ateşesi olarak çalışmıştı. Alparslan Türkeş ile Ruzi Nazar’ı tanıştırırken de Amerika’da Washington Büyükelçiliği’nde basın ateşesi olarak görev yapıyordu. Büyük Klüp üyesi olan Altemur Kılıç’ın 33. dereceden Mason olduğu da iddia ediliyordu.

                        Altemur Kılıç’ın babası Atatürk’ün yakın arkadaşı olan Kılıç Ali idi. “Dört Ali’ler Divanı” olarak da adlandırılan İstiklal Mahkemeleri’nin üyesi idi. Kılıç Ali, Ali Çetinkaya (Kel Ali), Rize’li Ali ve Necip Ali; Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargıladıkları; “Şeyh Sait Olayı” ve Atatürk’e düzenlenen çakma “Suikast Olayı” davalarında yüzlerce suçsuz insanı astıkları için “Cellat Aliler” olarak da anılır olmuşlardı.

                        Söz, bu “Cellat Ali”lerden açılmışken bir tesbitimi de sizlerle paylaşmak istiyorum. 1988 yılında Ankara/Batıkent’te Masonların ve Sabetayistlerin “Derin Devleti” ile tanışınca; araştırmalarımı yoğunlaştırmıştım. Bu araştırmalarım sırasında Yahudi asıllı Sabetayistlerin, Alevilerce kutsal sayılan “Ali” ve “Hüseyin” isimlerini sıkça kullandıklarına tanık olmuştum. Bu dikkatimi çekmişti. Buna iki ismi örnek vereyim; eski Genelkurmay Başkanlarından Yahudi asıllı Sabetayist kökenli olduğu iddia edilen Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun kurduğu iddia edilen bir “Cunta”dan MİT Raporu’nda; “Alevi Cuntası” olarak bahsediliyordu. Bu raporu hazırlayan zavallı MİT mensupları Hüseyin Kıvrıkoğlu’nu Alevi sanmışlardı. Oysa, Aleviler de Sünniler gibi Genelkurmay kapısından içeri sokulmuyorlardı. Astsubaylıktan yukarıya çıkamıyorlardı. Hele hele Mason ve Sabetayist olmayanın Genelkurmay Başkanı ya da İkinci Başkan olması imkansızdı.

                        İkinci bir örnek ise; Bir dönemin Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanı olan Ali Akgöz idi. İlk zamanlar aceba Alevi mi diye düşünmeye başlamıştım. Araştırınca meşhur “Dönmeler”den olduğunu öğrenmiştim.

                        Jandarma Genel Komutanlığı’na vermiş olduğum dilekçelerimde; “Gladio’nun terör örgütlerini, uyuşturucu kaçakçılığını, silah kaçakçılığını, kadın ticaretini yönettiğini, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’i JİTEM’in öldürdüğünü” yazınca, Ali Akgöz, küplere binmiş, dilekçelerime ipotek koymuş, başka birimlere gitmesini önleyerek, kendisine gelmesini sağlamıştı. Bir gün Hareket Başkanlığı’nda Ali Aydın’ın odasına girdiğim sırada, İstihbarat Başkanlığı’ndan gönderilen “Hami” adında bir Binbaşı; “Eşref Bitlis’i biz öldürmedik” diye bağırıyordu. Kamuoyuna “Derin Devletin tasfiyesi” olarak “yutturulmaya” çalışılan “Ergenokon Operasyonları” sırasında Ali Akgöz’e dokunulmayıp, Ali Aydın’ın kodese tıkılması dikkatimi çekmişti. Hangi birini yazayım.   

                        Gazeteci yazar Soner Yalçın’ın “Oyun Masası” başlıklı yazısından iki bölümü aktarmak istiyorum. Birinci bölüm şöyle;

                         Ruzi Nazar, Türkiye’de çalıştığı 11 yıl boyunca çok önemli ilişkiler kurdu. (Örneğin, işadamı Ayhan Şahenk- kiminle evleneceğini danışacak kadar yakın arkadaşı- oldu.) ( 13 Şubat 2015 tarihli Sözcü gazetesi)

                         Soner Yalçın’ın bu yazısını okuyunca, bir anım aklıma geliverdi. Yukarıda kısaca değindim. 1989 yılında yukarıda isimlerini verdiğim “Karslı” Gladio’cular tarafından Garanti Bankasının Sivas şubesi soyulmuş, 570 milyon lira çalınmıştı. O tarihlerde 570 milyon lira iyi bir paraydı. Dosyayı soruşturan Hakim Nurullah Aydın da meslekten ihraç edilmişti.

                          Bu soygundan sonra aynı bankanın bir de İstanbul şubesi aynı Gladio’cular tarafından soyulmuştu. Bu soygunlar dikkatimi çekmişti. Sivas’ta “Bir Bilen”ne sormuştum;

                         “Garanti bankasının bu şubeleri niye soyuluyor? Bu bankanın içinde Gladio bağlantısı mı var? Bankanın sahibi Ayhan Şahenk’in sesi neden çıkmıyor”?

                          “Bir Bilen” şu ilginç cevabı vermişti; “Bu işler karışık işler, bu işler ver gülüm, al gülüm meselesi, galiba bu paraları Sigorta şirketlerinden tahsil ediyorlar, Ayhan Şahenk’te Yahudi asıllı, aynı organizasyonun bir parçası, dikkatini çekmedi mi, Şahenk Vakfı’nın logosu, Yahudiliğin önemli simgesi Davut Yıldızı’nı taşıyor!” “Bir Bilen”in bu cevabı aklımı karıştırmıştı. Garanti bankasının İstanbul’daki merkezine ait bir numaradan bazı kişişler tarafından birkaç defa aranmam, çete adına pazarlığa tabii tutulmam daha da dikkat çekiciydi.

                           Soner Yalçın’ın aynı yazısından şu bölüm de dikkat çekiyordu;

                        “Enver Altaylı MHP’nin günlük gazetesi Hergün’ün Genel Yayın Yönetmeni oldu. Enver Altaylı yazdığı ‘Ruzi Nazar: CIA’nın Türk Casusu’ adlı kitabını Hergün’de birlikte çalıştıkları Taha Akyol aracılığı ile Doğan Kitap’tan çıkardı. Hergün’ün, Papa ve Abdi İpekçi suikastındaki azmettirici rolü hiç araştırılmadı…”

                        Hergün’de çalışan sadece Ever Altaylı ve Taha Akyol değildi. Türkiye Fikir Ajansı sahibi ve Abdullah Öcalan’ın “hocaları”ndan Refik Korkut Yiğitbaş ve Ülkücülerin yetiştirildiği “Komando Kampları”nın finansörlerinden Yugoslav göçmeni Murat Bayrak’da Hergün gazetesinde köşe yazıları yazıyor, ülkücülere öğütlerde bulunuyorlardı. Solcu gençler ile “vuruşturulacak” Ükücü gençlerin yetiştirildiği bu dönemde; Ever Altaylı, Taha Akyol,  Refik Korkut Yiğitbaş ve Murat Bayrak’ın yollarının Hergün gazetesinde kesişmesi tesadüf  değildi. Bu bir “Özel Harp” organizasyonu idi. O tarihlerde, 12 Eylül Darbesi’nin taşları birer birer ustaca döşeniyordu.

                  Uğur Mumcu; “Murat Bayrak bilmecesi çözülmeden 12 Eylül öncesi de, sonrası da yeterince anlaşılamaz” demişti. CIA ajanı Frank Terpil, Murat Bayrak’a silah sattığını itiraf etmişti. Bu silahların 12 Eylül öncesi cinayetlerde, Maraş, Çorum ve Sivas katliamlarında kullanıldığı da iddia ediliyordu.  

                   Mason Demirel’in partisi Adalet Partisi’nde milletvekilliği yapan, Murat Bayrak, daha sonra Milliyetçi Hareket Partisi’ne geçerek, Yönetim Kurulu üyesi olmuştu. 12 Eylül Darbesi’nden sonra da Almanya’ya kaçmıştı.

                       Kontrgerillacı Üsteğmen Esad Keşefoğlu’ndan Fethullah Gülen ile birlikte “Özel Harp” eğitimi alan Erzurum/İspir doğumlu “Kara Ses” lakaplı Cemalettin Kaplan’da, 12 Eylül Darbesi’nden sonra Almanya’ya gönderilmişti. Murat Bayrak, “Cemalettin Kaplan’a Almanya’da oturma iznini kendisinin aldığını” itiraf etmişti. Murat Bayrak’da Ruzi Nazar gibi, Mason ve Yahudilere sunduğu hizmeti tamamlayınca, Türkiye’ye döndü ve Türkiye’de öldü.

                    2017 yılına girerken, 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gece İstanbul’un ünlü gece kulübü Reina’da 39 kişinin öldürülmesi ve 65 kişinin yaralanması olayında da yine IŞİD adına “katliam” yaptığı iddia edilen Özbek asıllı Abdülgadir Masharipov ismi basına pompalandı. Bu IŞİD’ci de en az “Özbek asıllı hemşehrileri”  Ruzi Nazar ve Enver Altaylı kadar ünlendi. Bu IŞİD’ci önce kayıplara karıştı, 17 gün sonra “müthiş operasyon” ile yakalandığını duyurdular. İnmiydi, cinmiydi, gerçek katil bu muydu, o gece Reina’ya uğramış mıydı  pek anlayamadık. Sabetayistlerin ve Masonların Derin Devleti’ne akıl ve sır erdirmek imkansızdır.

                         Türkiye’de “Laik-Antilaik ve Alevi- Sünni tartışmasını yeniden alevlendiren, “Reina Saldırısı”nın zamanlaması ve yer seçimi şahaneydi. Zamanlaması şahaneydi; saldırı yılbaşı gecesi, yılbaşını kutlayanlara yapılmıştı. Yer seçimi şahaneydi; İşletmenin sahibi Mehmet Koçarslan; Tunceli’li bir Kürt kökenli Alevi vatandaş idi.

                         Reina saldırısı ile; Laik-Antilaik ve Alevi-Sünni tartışmasını yeniden başlatan isimlerden birinin, Enver Altaylı’nın “dostu” ve Aydın Doğan’ın “gözdeleri”nden Taha Akyol olması dikkat çekiyordu. “Derin” gazetenin, “derin” yazarı Taha Akyol, “Derin Devlet”e dokunmadan yine taşı gediğine koymuştu.

                          Taha Akyol, şöyle yazıyordu; “Reina’da sergilenen terörün özelliği ‘hayat tarzı katliamı’ olmasıdır! Eğlenen masum insanlar yaşam biçimlerinden dolayı katledildiler…Din referanslı teröristler niye Müslüman toplumlardan çıkıyor?...O kadar derin problem ki, Hz. Ali’yi bile ‘kafir’ diyerek bu kafa şehit etmişti…”( 2 Ocak 2017 tarihli Hürriyet gazetesi)

                          Taha Akyol; IŞİD, El Kaide, Hizbullah, PKK, DHKP-C, TİKKO gibi terör örgütlerini Ruzi Nazar, Enver Altaylı ve Murat Bayrak gibi dostlarının “Patronu” CIA ve MOSSAD’ın kurduğunu görmezden geliyor, yine topu taca atıyor.

                          Laiklerin ve Alevilerin bu yazıdan dolayı bir zamanların Ülkücü’sü Aphaza Çerkezleri’nden  Taha Akyol’u alkışladıklarını sanıyorum. Taha Akyol, Hz. Ali’nin katline de dokunarak, Alevilere selam çakıyor. İş dönüp, dolaşıyor, her seferinde kabak Alevilerin başında patlıyor.

                          Taha Akyol, Enver Altaylı-Ruzi Nazar-Korkut Yiğitbaş, Murat Bayrak, Alparslan Türkeş “giller”in yetiştirmesi Ülkücülerden bazıları, Yahudi asıllı Mason Kenan Evren’in yapacağı 12 Eylül Darbesi’ne “zemin hazırlamak” için “Konrtgerilla’nın tetikçiliği”ni yaparak; Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta Alevileri “kırım”dan geçirmişler; mallarını, servetlerini ve namuslarını yağmalamışlardı. O katliamlar henüz unutulmadı, tarih sayfalarında yazılı olarak yer alıyor. Bu katliamlarda bazı ülkücülerin kullanılması tesadüf değildi. 2017 Türkiyesi’nde; MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Alevi kökenli gazeteci Abdülkadir Selvi’yi “kılıç artığı” olarak tanımlıyordu.Türkiye’de; Masonların ve Sabetayistlerin “kırımı”ndan kurtulan Ermeniler, Aleviler, Kürtler ve İslamcılar için zaman zaman “kılıç artığı” deyimi kullanılıyordu. Devlet Bahçeli’nin bu deyimi kullanması, aynı zamanda  O’nun “ temsil ettiği zihniyetin” Alevilere bakışını da ortaya döküyordu.

                          Alevileri, Sünnileri, Sağcıları, Solcuları birbirine kırdırarak darbe yapan Kenan Evren’in darbesini, dönemin Amerikan Başkanı Jimy Carter’e müjdeleyen CIA ajanı Paul Henze; “Bizim çocuklar başardı” diyordu. Bu cümle bile, bu ülkede  kimlerin kimlere “uşaklık-köpeklik”” yaptığının en güzel kanıtı idi.

                          Ruzi Nazar, Enver Altaylı, Murat Bayrak  gibi Yahudi asıllı “ajanlar”ın “dostu” ve “patronu” olan Siyonist Yahudi asıllı Paul Henze, 70’li yıllarda Türkiye’de CIA’nın “İstasyon Şefliği”ni yapmış, Abdi İpekçi cinayeti ve Papa suikastı  organizelerinde de görev almıştı. Türkiye’yi “babasının çiftliği” gibi kullanmıştı. Türkiye’de bir darbe veya toplumsal olay tertipleneceği zaman Paul Henze soluğu Türkiye’de alıyor, ya İstanbul’da, ya da Ankara’da “karargah” kuruyor, “Bizim Çocuklar” dediği “ırkdaşı” Yahudi asıllı Mason ve Sabetayist kökenli “uşaklar” ile  irtibata geçiyordu.

                       Masonların ve Sabetayistlerin Derin Devleti’nde “Özel Harp”çilik babadan oğula,  oğuldan toruna geçiyor.1920 yılında “tezgahlanan” ve tarihe Yozgat veya Çapanoğlu İsyanı olarak geçen  İsyan’da,Taha Akyol’un amcası Yozgat Müftüsü Çerkez kökenli Mehmet Hulusi  Efendi’nin önemli roller üstlendiği iddia ediliyor. Bu konuda Birinci Dönem milletvekili olan Emin Bey şöyle diyor; “Mehmet Hulusi BMM’nin 1.Dönem Bozok(Yozgat) milletvekili olmak için Yozgat’ı karıştırdığı, yakıp, yağmalattığı…”(A. Kadir Çapanoğlu, Yozgat gazetesi)

                      Çapanoğlu İsyanı’nı bastırmak için Atatürk tarafından “İttihat’çı Çetecisi” Çerkez Ethem görevlendiriliyor. Çerkez Ethem adamları ile Yozgat’ı kuşatıyor, yerli halkı “kırım”dan geçiriyor, -tıpkı Koçgiri İsyanı’nda Topal Osman’ın yaptığı gibi- Yozgat halkının malını, servetini, altınlarını, namusunu yağmalıyor. Koyunlarını, keçilerini, sığırlarını Ankara’ya götürüp, aylarca Ankara pazarlarında satıyor. Çerkez Ethem’in, tarihe geçen şu sözü bu yağmanın en güzel kanıtı; “Yozgat, Yozgat değil, içi altın dolu vadi imiş.” Çerkez Ethem’de “İttihat-Terakki tetikçiliği”ni tamamladıktan sonra, soluğu Yunanistan’da alıyor.

                        Bir plan dahilinde, “tezgahlanan” isyanlar ile Anadolu şehirlerinin yerli halkı “kırım”dan geçiriliyor, bunların yerlerine Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan, Kırım’dan, Rusya’dan ve Rumeli’den gelen Yahudi asıllı aileler yerleştiriliyor. Ve bugün Türkiye, hala bunun sancılarını yaşıyor.

                        Çapanoğlu İsyanı’ndan sonra, Taha Akyol’un amcası Müftü Mehmet Efendi Atatürk tarafından ödüllendirilerek Yozgat milletvekili seçtiriliyor, Meclis’teki tutum ve davranışları nedeniyle, sonra görevine son veriyor.

                        Reina Saldırısı ile ilgili olarak, Fuat Uğur’un, 12 Ocak 2017 tarihli Türkiye gazetesinde yayınlanan yazısındaki bir cümle dikkatimi çekti. Uğur, bu yazısında; “Reina kulübünün yerinin sahibi Ferit Şahenk ile, Reina’nın işletmecisi Mehmet Koçarslan’ın mahkemelik olduklarını” bildiriyor.

                          Bu davanın “Reina’nın tahliyesi” için açıldığı anlaşılıyor. Nitekim, işletmeci Mehmet Koçarslan’a “Reina’yı tekrar çalıştıracak mısınız” şeklinde sorulan bir soruya verdiği cevapta Koçarslan, “Bilemiyorum, kararsızım, nitekim orada 39 insan öldü” diyor. Aynı açıklamasındaki şu cümlesi de dikkat çekiyor; “İçeride 200 kamera vardı, bu kameraların görüntüleri ne oldu?

                         Gerçekten bu kameraların görüntülerini  kamuoyu da merak ediyor. Bu görüntüler de saldırgan gibi “sır”dı.Aceba Reina Saldırısı ile Derin Devlet,“bir taşla iki kuş mu vurdu”? Masonların ve Sabetayistlerin Derin Devleti’nin yaptıkları ve bağlantıları incelenince, her olasılık insanın aklına gelebiliyor.

                   Yahudi asıllı yazar Orhan Pamuk’un Yahudiliğin önemli “merkezleri”nden Newyork’ta bir sohbet sırasında şöyle dediği iddia ediliyor; “bir vatana ihtiyacımız vardı. Önce Müslüman olduk ve uzun maceralardan sonra Türkiye’yi ele geçirdik…”

                  Bu ülkede namusu ile çalışıp, namusu ile yaşayana bizim bir itirazımız yok. Fakat bu ülkeye ihanet edenlere karşı savaşmak da her yurttaşın öncelikli görevi olmalı.

                      Türkiye’de yaşanan bunca olayı bir bütün olarak, bağlantıları ile incelediğinizde; savaşlarla, isyanlarla, darbelerle, cinayetlerle, hilelerle, terörle Türkiye’yi “ele geçirenler”in, hem Türkiye’nin kaymağını yiyip, hem de Türkiye’ye nasıl ihanet yaptıklarını kolayca görebiliyorsunuz.       

                          Fethullah Gülen’in yakın çevresine mercek tuttuğunuzda da; Derin Devlet, Kontrgerilla, Özel Harp ve Gladio kod adları ile anılan “Lağım Çukuru”nun  kadrolarının kimlerden oluştuğunu ve Türkiye’ye kimlerin ihanet içinde bulunduğunu kolayca görebiliyorsunuz. Asıl sorulması gereken soru şu; Bu ülkenin ekmeğini yiyen, suyunu içen, nimetlerinden azami derecede yararlanan bir kısım Sabetayist ve Masonlar, neden bu ülkeye ihanet ediyorlar? Dahası bunlara niçin bir hesap sorulamıyor da hep, “tetikçi takımı” ile uğraşılıyor?

                          Tekrar altını kalın bir çizgi ile çiziyorum; kimsenin dini, inancı, ırkı, giyimi, kuşamı ve tarikatı beni hiç ilgilendirmiyor. Ben sadece “Derin Devlet, Gladio” denilen “Çete”nin kadrolarının kimlerden oluştuğuna, bunların kökünün, ırkının ne olduğuna, bunların ne tür fırıldaklar çevirdiklerine dikkat çekmeye çalışıyorum. Başka bir amacım yok.

                         Şimdi, 15 Temmuz Darbesi’nin perde arkasını aydınlatmaya çalışan savcılara bir çağrım var; “Eğer bu darbenin arkasındaki “gerçek aktörler”e ulaşmak istiyorsanız; her satırı birer “Suç Duyurusu” teşkil eden benim bu yazılarımda dile getirdiğim olay ve isimlerden işe başlayabilirsiniz. Aksi taktirde “havanda su döversiniz.”                         

                          Bu sitemde yayınladığım “Gladio Tasfiye Edilmeden” başlıklı yazım, Sivas valisi ve vali yardımcısı tarafından Sivas Emniyet Müdürü Selçuk Kızılay’a sevk edilmişti. Kızılay’ın bu çete hakkında bir şey yapıp yapamayacağını da burada sizlere bildireceğime söz vermiştim. Beklediğim gibi oldu; Selçuk Kızılay’da öbür Emniyet Müdürleri gibi bu çete hakkında hiçbir yasal işlem yapamadı, çete Sivas’taki faaliyetlerine aynen devam ediyor. Zira; özellikle 1990 yılından itibaren Sivas’a atanan Tugay ve Jandarma Alay Komutanları’nın ve Emniyet Müdürleri’nin Gladio ile bağlantılı kişiler arasından seçildiği, bu nedenle de çeteye müdahale edilmediği çeşitli kaynaklarca iddia ediliyor.

                             Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanı olmasından sonra Sivas Emniyet Müdürü Selçuk Kızılay, Polis Başmüfettişliği’ne atandı. Sivas’a da Özel Hareket Daire Başkanı Turan Aksoy Emniyet Müdürü olarak atandı. Bakalım, Turan Aksoy “Çete” ye dokunabilecek mi? Sanmıyorum.

                               Yine, sitemde yayınladığım “Suç Duyurusu” başlıklı yazımı da Sivas Cumhuriyet Başsavcılığı’na verdim. Bu dilekçemden sonra da yine çetede bir panik yaşandı. Sivas Cumhuriyet Savcılarından; Mehmet Etyemez ve Alper Taşkıran’a kanca takarak, onları kullanarak, önce Mehmet Etyemez’e, benim hakkımda bir dava açtırdılar, bu davayı bana karşı bir şantaj ve pazarlık aracı olarak kullanmaya başladılar. Dilekçeme de savcı Alper Taşkıran’a “takipsizlik Kararı” verdirdiler. Daha sonra, Mehmet Etyemez’i Kınık, Alper Taşkıran’ı da Ankara adliyesine savcı olarak atadılar. Belli ki, Alper Taşkıran’ı Ankara’da da kullanacaklar. Daha önce Sivas Adliyesinde görev yapan bazı savcı ve hakimleri de Ankara adliyesine göndermişler, orada da kullanmışlardı, bunun canlı tanığıyım. Anlayacağınız, ne Emniyet cephesinde, ne de Adliye cephesinde kimse Gladio’ya dokunamıyor. Ondan sonra da bu darbeleri kim organize ediyor, terörü kim yönetiyor diye soruyorlar? Çünki, burası Türkiye!

                                                                                                           2017/Sivas

                                                                                                           Salman Yüksel