Suç Duyurusu

Eklenme Tarihi : 29.02.2020 | Okunma Sayısı : 4305

              Sayın okuyucular; şunun altını kalın bir çizgi ile çiziyorum; hiçbir kurumu, hiçbir kimseyi suçlamak niyetinde değilim. Yine, hiçbir kimsenin ırkı, kimliği, kökeni, dini, inancı, tarikatı, cemaati, görüşü, giyimi ve kuşamı beni hiç ilgilendirmiyor. Şunu bütün samimiyetimle haykırıyorum;  “Yaradanı severiz, yaradandan ötürü” felsefesi, en önemli düsturlarımdan birisi oldu. Bu yaşıma kadar, bu felsefemden hiç şaşmadım. İnsanları ırkına, dinine, kökenine, inancına, düşüncesine, giyimine ve kuşamına göre sınıflandırmak, aşağılamak ve ötekileştirmek bir insanlık suçudur.

               Fakat, eğri oturup, doğru konuşalım, bu ülkenin bir vatandaşı olarak, bu ülkenin bir aydını olarak, ülkemde yaşanan; darbelerden, kandan, gözyaşından, terörden, cinayetlerden…rahatsızlık duyuyorum. Üstelik de bu olaylardan zarar görüyorum.

              1960 darbesi olduğunda ilkokul 4. sınıfta okuyordum ve 12 yaşındaydım. Ülkemde yaşanan olayları idrak edecek durumdaydım. Köyümüzde ilkokul bulunmadığı için, okumak için komşu köye gidiyorduk, bu nedenle ilkokula 8 yaşında başlamıştım.

             İttihat-Terakki Cemiyeti’nin kurulmasından, Cumhuriyet’in kurulmasına, Cumhuriyet’in kurulmasından 1960 yılına kadar geçen sürede “kıyımdan” geçirilenleri “çetele”ye dahil etmiyorum. “Çetele”yi, aklımın erdiği 1960 yılından itibaren başlatıyorum.

 1960-1971-1980 ve 28 Şubat darbelerini yaşayarak, tanıklık ederek gözlemledim.Bu darbeler öncesinde uygulanan “istikrarlaştırma operasyonları”nın, Sağ-Sol çatışmalarının, Alevi-Sünni çatışmalarının, Laik-Antilaik çatışmalarının, Kürt-Türk çatışmalarının canlı tanığıyım.

            1960 darbesinde; bir başbakan ve iki bakanını astılar.

            Bu darbe dönemlerinde; gençleri sağcı-solcu-ülkücü, Türkçü-Kürtçü diye kamplara böldüler, birbirlerine kırdırdılar. Çarpıştırdıkları bu gençlerden, lider konumunda olanlardan; Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını astılar. Mahir Çayan ve arkadaşlarını Tokat/Niksar/Kızıldere köyünde bir samanlıkta öldürdüler. Abdullah Çatlı’yı bir araba kazasında, Muhsin Yazıcıoğlu’nu bir uçak kazasında öldürüp, “sırları” ile öbür dünyaya yolcu ettiler. Bu gençlerden kimini astılar, kimini sakat bıraktılar, kimini cezaevlerinde öldürdüler. Şemdin Sakık ve Abdullah Öcalan’ı kodese tıktılar. Onların sonunu da merakla bekliyorum.

             Bu zaman zarfında binlerce askeri ve polisi öldürdüler.

            Toplumu; Alevi-Sünni, Laik-Antilaik, İslamcı-Atatürkçü, Türk-Kürt diye kamplara böldüler, birbirlerine kırdırdılar.Yüzlerce yetişmiş insan gücü aydını öldürdüler.

            Bir “çetele” tutamadım ama, 1960 darbe sürecinden 2016 yılına kadar geçen sürede herhalde 50 bin kişi öldürmüşlerdir. 1984 yılından itibaren PKK adı üzerinden sürdürdükleri, “Düşük Yoğunluklu İç Savaş”ta öldürülen 50 bin kişiyi de bu sayıya ekleyin, etti mi100 bin kişi.

             1960 darbesinden 2016 yılına kadar geçen sürede; “terörle mücadele ediyoruz” yutturmacası adı altında; Siyonist Silah Tekelleri’nin kasasına akıtılan milyon dolarları da bu yıkıma ekleyin.

           Bu zaman zarfında; birbirine “kırdırılan” geçlere dağıtılan silahları ve birbirine “kırdırılan” vatandaşların silahlandırılmasında satılan silahları da bu faturaya ekleyin. Yıkımın maddi faturası ortaya çıkar.

               Bazen, düşünüyorum da; “bu ülke, bu yıkıma rağmen nasıl ayakta duruyor diye” şaşırıyorum.

             1988 yılına kadar, ülkemde gelişen bu olayları her yurttaş gibi, be de bilinçsizce izliyordum. 1988 yılında, Ankara/Batıkent’te Gladio veya Derin Devlet denilen çete ile tanışınca, kazın ayağının göründüğü gibi olmadığını anladım.

              1988 yılında Batıkent’te; kadın ticareti, uyuşturucu ticareti ve hırsızlık faaliyeti yürüten “Selanik göçmeni, Nevşehir ili, Ürgüp ilçesi nüfusuna kayıtlı ” Şükrü Koparal’ın ilişki ve irtibatlarını inceleyip, iz sürerken, takip ettiğim iz; beni, Jandarma Genel Komutanlığı ve  Genelkurmay Başkanlığı “Karargahları”na götürünce şaşkınlığım daha da arttı. Perdenin arkası yavaş yavaş aralanmaya başladı. Bu sefer; kim bu adamlar, kökü, köceği, ırkı nedir? Sorularına cevap aramaya başlayınca; “bilmece çözüldü, fotoğraf ortaya çıktı.”

                  Gördüm ki, ülkemde yaşanan darbeler, terör örgütleri ve terör, faili meçhul cinayetler, toplumsal çatışmalar, hırsızlıklar, soygunlar, fuhuş faaliyetleri, uyuşturucu faaliyetleri, silah kaçakçılığı gibi ülkemi ve halkımı tahrip eden bu olaylar, sıradan olaylar, kendiliğinden gelişen olaylar değil. Bu olaylar; “Masonların ve Sabetayistlerin Derin Devleti”nin, Türkiye’yi “Dizayn etme” hareketi. İktidarlarını sürdürmek için de devamlı “kandan” besleniyorlar. Ne kadar fazla kan akıtırlarsa, o kadar güçlü olacaklarına inanıyorlar.

                  Yine gördüm ki; “Masonların ve Sabetayistlerin Derin Devleti” Türkiye’de bu “dizayn” hareketini uygularken, Türkiye’deki her etnik kesimi temsilen birer terör örgütü kurmuş.

                  Bu kurguya göre; DHKP-C ve TİKKO adlı terör örgütleri Alevileri ve solcuları temsil ediyor. Eğer Aleviler ve Solcular “kıyım”dan geçirilecekse bu örgütler devreye sokuluyor. Hatta zaman zaman bu örgüt mensuplarının çoğunun Alevi kökenli, bazılarının “Alevi Dedesi” olduğunu da vurguluyorlar.

                 Ülkücüler “kıyım”dan geçirilecekse, Ülkücü gençler devreye sokuluyor. 12 Eylül darbesinden önce bu ülkücü gençlerin bir kısmını “tetikçi” olarak kullandılar. 12 Eylül darbesi ile ülkücü kesim üzerinde bir “kıyım” uyguladılar. Bazılarını cezaevlerinden kaçırdılar. Cezaevinden kaçırdıkları Mehmet Ali Ağca’yı bir “Mason Dayanışması” sergileyerek Papa’yı kurşunlatmak için ta İtalya’ya bile götürdüler.

                Hizbullah, İslami Hareket ve Selam Tevhid gibi örgütler Sünnileri temsil ediyor. Eğer Sünniler “kıyım”dan geçirilecekse bu örgütler devreye sokuluyor. Ya da işlenen cinayetlere bu örgütlerin imzası atılıyor. Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve Gaffar Okkan cinayetlerine bu örgütlerin imzasının atılmasını yeniden hatırlayın.  28 Şubat darbe sürecindeki “domuz bağlı ve Hizbullah imzalı” cinayetleri yeniden  hatırlayın. Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı, Fadime Şahin “operasyonları”nı yeniden hatırlayın.

                  Eğer, Kürtler “kıyım”dan geçirilecekse PKK devreye sokuluyor. Abdullah Öcalan ve PKK ismi üzerinden Kürtler üzerinde bir “kıyım” uygulanıyor.

                 Yine, gördüm ki “Masonların ve Sabetayistlerin Derin Devleti” Türkiye’de bu “Dizayn hareketi”ni uygularken de; “Küresel Siyonist Çete” ile işbirliği halinde çalışıyor; CIA ve MOSSAD’a hizmet sunuyor.

                 Bu gerçekleri 1988 yılından bu yana yaşayarak, tanıklık ederek, öğrenirken- fikrine katılırsınız ya da katılmazsınız, beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz- Yalçın Küçük’ün; “Sabetayistlerin Türkiye’ye sadakati yoktur, İsrail, Türkiye’de İsrail’den daha güçlüdür” tezinin ne kadar doğru olduğunu, bu sözün boşa söylemediğini öğrendim.

                  Bu gözlemlerin ve bu sözlerin,  ırkçılıkla uzaktan yakından bir alakası yoktur. Elbette bu sözler ve bu gözlemler, tüm Mason veya Sabetayist kökenli vatandaşları kapsamıyor. Herkesi aynı kefeye koyamazsınız. Ben sadece ve sadece; “Derin Devlet” denilen “Çete”nin kadrolarında yer alanları ve bu “Lağım Çukuru”ndan beslenenleri kastediyorum. Görünen köy, kılavuz istemiyor. Yeter ki; olaylara “kendi mahallemiz”in “dar penceresinden” ve “çıkarları”ndan bakmadan; elimizi vijdanımıza koyarak, hak ve hukuku gözeterek, tarafsız bir gözle bakalım.

              Bu gerçekleri yaşayarak ve tanıklık ederek öğrenince, Türk Devleti’nin ve Türk halkının ne kadar büyük bir tehlike ve ihanetle karşı karşıya olduğunu gördüm. Bu “ihanetin” boyutlarını kavrayabilmek için, bu olayları bizzat yaşamak gerekiyor. 1988 yılından bu yana başıma gelenler; “pişmiş tavuğun başına” gelmedi.

                 Bu nedenle; 1988 yılından bu yana; devletin çeşitli makamlarına vermiş olduğum onlarca dilekçelerde, basın organlarına yapmış olduğum açıklamalarda ve yazdığım kitaplarda; Gladio, Derin Devlet, Kontrgerilla “kod adları” ile anılan “Çete”nin tasfiye edilmeden Türkiye’nin bir türlü huzura ve güvene kavuşamayacağını, darbelerden, kandan, göz yaşından, cinayetlerden ve terörden kurtulamayacağını hep vurguladım. Fakat, kimseyi ikna edemedim. İknanın da ötesinde; kimsenin bu “çete”ye gücü yetmiyor. Davul siyasilerin boynunda, tokmak “ Masonların ve Sabetayistlerin Derin Devleti”nin elinde. Ülkeyi, perde arkasından bu “güç merkezi” yönetiyor.

           “Ergenokon Operasyonları” sürecinde, Gladio’ya dokunulmadı. Gladio’nun işlediği cinayetlerin hiç birisinin kapağı açılmadı.

            Bakın, şu anda “parelel yapı” olarak tanımlanan, Fethullah Gülen Cemaati mensupları oldukları iddia edilen kişilere bazı operasyonlar yapılıyor. O “parelel yapı”yı kuran, kullanan ve yöneten Gladio’ya yine dokunulamıyor. Oysa, “Ergonokon Operasyonları”nın perde arkasında da Gladio vardı. Genelkurmay  ve Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat  Dairelerinde görevli bazı Gladio’cular planı hazırlıyor, Gülenci oldukları iddia edilen polis müdürleri, savcılar ve hakimler de bu planı uyguluyorlardı.

         “Ergenokon operasyonları”nda mağdur olanlar bile, Gladio’nun ismini ağızlarına alamıyorlar. Varsa, yoksa Gülen cemaati, kardeşim tamamda,  bu “parelel yapı”yı kuran ve kullanan Gladio nerede? Fethullah Gülen’e “Kominzm’le Mücadele Derneği” kurdurup, O’nu eğitip, “Gladio kadrosu”na alan kontrgerillacı subaylar nerede? Onlara niçin dokunulamıyor? Genelkurmay Karargahı’ndaki “Gladio Merkezi” niçin sorgulanamıyor?

            Bizim memlekette böyle durumlarda güzel bir atasözü söylenir, denir ki; “eşeğin büyüğü ahırda, sen eşeği döğemiyorsun, onun semeri ile uğraşıyorsun.”

            Tutuklanan Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ bile, kendisini tutuklatanların, kendi “Karargahı”na ait kişiler olduğunu bilmiyor, ya da bilmek istemiyor.

            Bu “çetenin kilit isimlerinden” Albay Tandoğan Koparal hakkında; Kara Kuvvetleri personeli olduğu için, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bir şikayet dilekçesi vermiştim. Dilekçemin akibetini takip ederken, bu dilekçemin Genelkurmay Başkanlığı’na gönderildiğini öğrenmiştim. Bunun nedenini sorduğum da; yetkililer bana aynen şu cevabı verdiler;

            “Evet, Albay Tandoğan Koparal, bizim personelimiz ama, O, Genelkurmay Başkanlığı’nda, Genelkurmay Başkanlarının bilgisi dahilinde “Özel bir statüde” çalışıyor. O’nun yürüttüğü faaliyetlerden Genelkurmay Başkanı sorumludur. Biz, Kara Kuvvetleri Komutanlığı olarak, Tandoğan Koparal hakkında hiçbir soruşturma yürütemeyiz.” Benzer cevapları diğer çete mensubu subaylar için de duydum. Ve bu dilekçelerim hakkında Genelkurmay Karargahı’nda hiçbir işlem yapılmadı, hepsi ört-bas edildi.

               Yine, Belgütay Varımlı, Albay Tandoğan Koparal’ın “çete faaliyetlerinden 52 adet daire ve villa kazandığını tesbit etmiş, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e bildirmiş, yine bir işlem yapılmamış.

              Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, cezaevinden çıktığı dakikalarda basına yaptığı açıklamada; “Beni cezaevine tıkanı bulun” diye bir talimat verdi.

              Ben, bir vatandaş olarak, Başbuğ’un , bu talimatını yerine getiriyorum ve 80 milyon Tük halkının huzurunda kendisine sadece iki soru soruyorum;

             Bir; bu, Gladio’cu subayların Genelkurmay Karargahı’ndaki “Özel Statüsü” nedir? Bu subaylara niçin dokunulamıyor, bunlar bu yetkiyi kimden alıyorlar? Bunların “gizli” bir yasası var mı?

           İki;  Muhsin Yazıcıoğlu’nun bindiği helikopter,  “askeri uçaklar” tarafından düşürüldüğünde, Siz, Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturuyordunuz. Bu “uçakların” Yazıcıoğlu’nun bindiği helikopteri düşürme emrini kim ya da kimler verdi? Bu cinayetle ilgili neler biliyor sunuz?

                                

         Sayın Başbuğ, bu iki soruma doğru cevap verirse, hem kendisini cezaevine tıkanları, hem de “Ergenokon Operasyon”larını kimlerin yaptırdığını öğrenmiş olacak.  

          Yıllardan beri, “Terörle mücadele ediyoruz” diyerek, bu halkın dişinden, tırnağından, rıskından keserek ödediği vergileri “Siyonist Silah Tekelleri”nin kasalarına akıtan hükumetlerin, öncelikle, bu terörü ve terör örgütlerini yöneten “Derin Devlet”denilen “İhanet Çetesi” ile mücadele etmesi gerekiyor.

           Türkiye’nin bir iç savaşa sürüklenmek istendiği ve komşuları ile savaştırılmak istendiği 2016 yılının bu ilk ayında, bu çağrımı bir daha yineliyorum; Ve Türk halkını, Hükumeti, Devletin kurumlarını ve savcıları yeniden bu çeteyi tasfiyeye çağırıyorum.

           Bu “tasfiyeye” bir katkısı olur maksadı ile de, bu “İhanet Çetesi”nin gerçekleştirdiği olaylardan sadece ve sadece“bir demetini”  aşağıda maddeler halinde yetkililerin dikkatine sunuyorum. Bu dosyalardan bir tanesi çözülürse, diğerleri de, “çorap söküğü” gibi çözülür. Çünki bu olayların hepsi bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı.    

          1- Kamuoyunda; Derin Devlet, Gladio, Kontrgerilla kod adları ile anılan Çetenin bir kolu da Sivas’ta faaliyet yürütmektedir.

          Sivas’ın coğrafi konumu nedeniyle uyuşturucu trafiğinin kavşak noktasında bulunması, Sivas halkının etnik yapı olarak; Alevi-Sünni, Kürt-Türk nüfusun iç içe yaşaması, Sivas’ı Gladio çetesi için çekici hale getirmektedir. Hatta bazı kaynaklarca Sivas Bölgesi “Gladio litaratüründe; “Kırmızı Bölge” olarak anılmaktadır.

        Gladio’nun; Karadeniz kıyısından, Doğu ve Güney Doğu’dan yurda soktuğu uyuşturucuları Sivas üzerinden sevk ettiği, bu taşıma işlerinde bazı “askeri araçların” ve gazete dağıtım araçlarının kullanıldığı; zaman zaman basın organlarında ve çeşitli kaynaklarda iddia edilmektedir. Bu çetenin önemli elemanlarından “Karslı” Şükrü Gürses, sahibi olduğu “Gürses Dağıtım Pazarlama Şirketi” kanalıyla gazete dağıtımı da yapmaktadır. Bu gazete dağıtım araçlarının da Doğu’dan Sivas üzerinden Ankara/Batıkent’e uyuşturucu taşıdığı iddia edilmektedir.

         3 Ocak 1993 tarihli Hürriyet gazetesinde yer alan bir habere göre; “Gaziantep’li uyuşturucu ve silah kaçakçısı oldukları iddia edilen Hüseyin Yıldırım ve kardeşi Mehmet Yıldırım (Çilo Mehmet) Sarp sınır kapısında 1356 kilo eroin yakalatmışlar, polis ifadelerinde; bu uyuşturucunun bir kısmını Bursa’ya, bir kısmını da Sivas’a götürdüklerini” açıklamışlardı.

         Sivas’a sokulan bu uyuşturucuları, başında Albay Tandoğan Koparal ve Binbaşı İlhan Ertekin gibi Genelkurmay İstihbarat subaylarının bulunduğu Gladio çetesinin pazarladığı, bazı kaynaklarca iddia ediliyor.

         Hüseyin Yıldırım ve Mehmet Yıldırım isimleri, Suriye Gizli  Servisi El Muhaberat elemanı olduğu iddia edilen Celal Zehebi isimli şahıs ile birlikte; Gazeteci Çetin Emeç cinayetinde de gündeme geldi. Çetin Emeç, öldürülmeden önce, “altın kaçakçılığı”nın üzerine gitmişti. Bu iddialar, bazı basın organlarında ve TBMM Araştırma Komisyonu Raporları’nda yer aldı.

            Bu Gladio çetesinin, Ankara/Batıkent’te ve Sivas’ta ağına düşürdüğü kadın, kız ve erkeklere “Captagon” hapları verdiği de biliniyor. Fuhuş ve uyuşturucu ikiz kardeş gibi.

             Başbakanlık Teftiş Kurulu eski başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı Susurluk Raporu’nda; “Gaziantepli Hidayet ve Yaprak ailelerinin ‘Captagon’ habı üreticisi oldukları, Yaprak Ailesi’nin Sivas Tur Otobüs Firmasına ortak oldukları ve Sivas’a da uzandıkları ve bu ailelerin aynı zaman da PKK terör örgütü ile de bağlantılı oldukları, Mehmet Ali Yaprak’ı Gladio elemanlarının kaçırdığı” yer alıyordu.   

           Avrupa’da “uyuşturucu kaçakçılığı” yapan Hüseyin Baybaşin isimli şahıs basın organlarına yaptığı açıklamalarda; “uyuşturucu kaçakçılığını Türk Gladiosu’nun kontrolu altında yaptığını, “askeri gemilerin” taşıdığı uyuşturucuları Avrupa’da pazarladığını” belirtmişti.

          Türkiye’de, Gladio’nun işlediği bir çok cinayette “imzası” kullanılan DHKP-C ve PKK gibi terör örgütlerinin de uyuşturucu ticareti yaptıkları bizzat Devletin resmi raporlarında yer alıyor. Nitekim, DHKP-C terör örgütü liderlerinden Hollanda’da yaşayan ve Holanda da ölen Dursun Karataş’ın da uyuşturucu trafiğinin içinde olduğu Devletin resmi belgelerinde yer alıyordu.      

            Gelelim, Sivas’ın etnik yapısına, Gladio’nun darbeler öncesinde veya, Türkiye’de bir “Kaos Ortamı” yaratacağı zamanlarda; Sivas’taki Alevi-Sünni, Kürt-Türk halkı birbirine karşı kışkırtarak, çarpıştırdığı biliniyor. 12 Eylül Darbesi’nden önce Sivas’ta Alevi-Sünni çatışması çıkarılması ve 28 Şubat Darbe sürecinde Sivas Madımak Otelinin yakılması, Sivas’ta bir Alevi-Sünni çatışması çıkarılmaya çalışılması buna örnek teşkil etmektedir.

             2- Bu çete faaliyetlerini organize etmek için, özellikle 1989 yılından itibaren; Sivas Tugay ve Jandarma Alay Komutanlığı’nda görevli bazı askeri istihbaratçılar ve Sivas Emniyet Müdürlüğü’nde görevli bazı Emniyetçiler; bir çete oluşturarak Sivas’ta; kadın ticareti, uyuşturucu ticareti ve fuhuş ticareti yürütmeye başladılar. Halen bu faaliyetler devam ediyor. Sivas’ta korkunç bir “fuhuş ve uyuşturucu pazarı” oluşturdular.

            Özellikle “1990 yılından itibaren Sivas’a atanan Emniyet müdürlerinin, Jandarma Alay ve Tugay Komutanları’nın Gladio ile bağlantılı  kişiler arasından seçildiği, bu nedenle, Sivas’taki çete faaliyetlerinin kesintiye ve bir kazaya uğramadan sürdürüldüğü” iddia ediliyor.

            3-Bu çete elemanları 1989 yılında Sivas Garanti bankasının güvenlik görevlisini öldürdüler, daha sonra bankayı soydular, 570 milyon lira para çaldılar. Bu olayı soruşturan hakim Nurullah Aydın, soygun olayının arkasında; Ankara/Batıkent’te kadın ticareti, uyuşturucu ticareti ve hırsızlık faaliyetleri yürüten “Koparal ve Gürses” ailelerine ulaşınca, dönemin Adalet Bakanı Oltan Sungurlu’yu kullanarak; önce Sivas’tan sürgün ettirdiler, sonra da meslekten  ihraç ettirdiler. Nurullah Aydın, sürülmese idi Gladio’nun “Karargahı”na ulaşılacaktı; Madımak ve Başbağlar katliamı gerçekleşmeyecekti.

          Hakim Nurullah Aydın; bu soruşturma sırasında, PKK, DHKP-C, TİKKO ve Hizbullah gibi terör örgütlerinin de Sivas Garanti bankasını soyan Gladio çetesi tarafından yönetildiğini, sevk ve idare edildiğini tesbit etti. Nurullah Aydın’ın sürülmesinden sonra, o dönem Sivas Başsavcısı olan Oktay İrdem’e kanca takarak, onu şantaj altına alarak, Garanti bankası soygun dosyasını kapattırdılar.

          Garanti bankası soygunu adete Sivas’ta milat oldu.1989 yılından bu yana Sivas’ta yüzlerce vatandaşın evini, işyerini, kuyumcu dükkanını soydular. Sivas halkının malını adeta talan ettiler. Bu hırsızlık dosyalarının hiç birinin perde arkası aralanmadı. “Takipsizlik kararları” verilerek bu dosyalar kapatılıyor. Bir türlü çeteye ulaşılamıyor. Halen bu faaliyetler devam ediyor. Banka şubeleri, PTT şubeleri ve kuyumcu dükkanları da Gladio çetesi tarafından soyuluyor. Bu soygunlardan sağlanan paraların bir kısmının çetecilerin cebine gittiği, bir kısmının da; “Masonların ve Sabetayistlerin Derin Devleti’nin kasası olan ‘Dul Kadına Yardım Sandığı’nda toplandığı” iddia ediliyor.

            Nurullah Aydın’ın Sivas’ta çeteyi tesbit etmesi, Gladio çetesinde panik yarattı. O tarihten bu yana Gladio çetesi; kendisi ile bağlantılı, ya da “şantaj” altına aldığı bazı hakim ve savcıları Sivas adliyesinde istihdam ederek,  kendini koruyor ve faaliyetlerini kesintiye uğratmadan devam ettiriyor. Bu “şantaj” işlerinde genellikle bazı kadın ve kızlar kullanılıyor. “Kadın ve şantaj”Gladyo’nun önemli silahlarından biri.

            Valilerin, vali yardımcılarının, savcıların, hakimlerin, bazı bürokratların ve bazı vatandaşların telefonlarını dinleyerek,  “şantaj malzemesi” topluyor,yeri geldiğinde bu “şantaj malzemeleri”ni kullanılıyorlar.Sadece Sivas’ta değil, Türkiye’de “Çete sistemi” böyle işliyor. Nitekim bugün Türkiye’de yapılan “Paralel Yapı” operasyonlarında  çetecilerin telefon dinleme yöntemi ile şantaş topladıkları basın organlarında, mahkeme kararlarında, iddianamelerde yer alıyor.

            İlginçtir; Gladio’nun, yaktırdığı Sivas Madımak Oteli yakıldıktan sonra, Sivas’ta inceleme yapan ANAP heyeti de Oltan Sungurlu ve Lüfullah Kayalar’dan oluşuyordu. Sizce, bu bir tesadüf olabilir miydi?

          Bazı kaynaklar; “Oltan Sungurlu’nun bu “inceleme heyeti”nde özel olarak görevlendirildiğini, askerlere yakınlığı ve irtibatı nedeniyle de ANAP döneminde hem Adalet Bakanlığı, hem de Milli Savunma Bakanlığı koltuklarında oturtulduğunu, Kemal Horzum ile irtibatlı olduğu iddia edilen Ülkücü Kartal Demirağ’ın Özal’ı kurşunladığında, Adalet Bakanı olarak olayın üzerine gitmek istemediğini, Derin Devlet bağlantılı olduğunu iddia” ettiler.

            4- 1993 yılında Sivas Numune Hastanesi’nde görevli iki hemşireyi ve birinin kız kardeşini, fuhuş ve uyuşturucu bataklığına çekerek, kaçırıp Ankara/Batıkent’e götürdüler. Daha sonra polis, “bu kızların kaybolduğunu ve PKK’ya katıldığını” açıklandı.

            Aynı yöntemi; Bahriye Üçok’a gönderdikleri bombalı paketi kargoya verdiğini iddia ettikleri ve adı “Kargocu Kız”a çıkan Gülay Calap için de kullandılar. “Gülay Calap’ın kaybolduğunu, PKK’ya katıldığını” açıkladılar. Söz, Gülay Calap’tan açılmışken, kısaca, Bahriye Üçok cinayetine de değineyim.

            Gülay Calap’ın kaybolması kadar, Bahriye Üçok’un “tehdit edildiği” telefon numarası da dikkat çekiyordu.

           “Bahriye Üçok; öldürülmeden önce tehdit telefonları alınca, savcılığa başvurarak telefonlarını dinlemeye aldırmıştı. Savcılık, yaptığı araştırmada; Bahriye Üçok’un; Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı’na ait  417 61 62 nolu telefondan tehdit edildiğini tesbit etmişti.”( Evren Değer Tuncay Özkan, Suikast Raporu isimli kitap, s.60)

           Önemli bir ayrıntıya değineyim; Gladio’cular öldürmeden önce, kurbanlarını tehdit ediyor, onların yakın çevresini kontrol altına alıyor, kurbanlara “özel” ziyaretçler gönderiyorlardı.

           Gelelim tehdit edildiği telefona; Ben de, Milli Savunma Bakanlığı’nda Albay Tandoğan Koparal’ın görev yerini tesbit etmeye çalışırken; 417 61 00 nolu telefondan 3127 nolu dahili numara ile ulaşıldığını tesbit etmiştim.

            Peki, Bahriye Üçok, ne zaman tehdit telefonları almaya başlamıştı? Bu sorunun cevabını da kızı veriyordu. 

             Bahriye Üçok’un kızı, Kumru Üçok, gazeteci-yazar Soner Yalçın’ın hazırladığı “Oradaydım” proğramına katılarak; “Annesinin, Ali Kırca’nın TRT’de hazırladığı bir “açık oturumda”, türbanlı bayanlar ile tartışmasından sonra, tehdit telefonları almaya başladık” diyordu.

             “Ali Kırca’nın “açık oturum” ve “ Siyaset Meydanı” proğramlarını dikkatlice incelerseniz; bazı ip uçları öğrenirsiniz.

               Sadece bir örnek vermek istiyorum; Nuriye Akman’ı Diyarbakır’a gönderdiler, Gaffar Okkan ile öldürüleceği dakikalarda bir röportaj yaptırdılar, röportajdan sonra, Gaffar Okkan, JİTEM tarafından öldürüldü, bu röportajın bir kısmı ertesi gün Nuriye Akman ve Yavuz Donat tarafından Sabah gazetesinde yayınlandı, Ali Kırca da bir “Siyaset Meydanı” proğramı düzenledi, Mehmet Ağar’ı karşısına aldı; Gladio’nun “taşeron” örgütlerinden Hizbullah’ı tartışmaya başladı. Gaffar Okkan cinayetine “Hizbullah imzası” atıldı. Şimdi vijdanınıza sesleniyorum; bütün bunlar birer tesadüf olabilir miydi?

               Ali Kırca’nın; “Bahriye Üçok ile ‘türbanlı’ bayanları vuruşturması kadar, Sami Karaören’in, Bahriye Üçok’un makalelerini Cumhuriyet gazetesinde yayınlamak için uğraşması da dikkat çekiyordu.

                Hasan Cemal, dürüst ve namuslu davranarak, “Cumhuriyeti Çok Sevmiştim” isimli kitabında; “Cumhuriyet gazetesi yazarı Sami Karaören’in, Bahriye Üçok’un öldürüleceğinin planlandığı günlerde, bazı yerlerden aldığı talimat üzere; O’nun makalelerini Cumhuriyet gazetesinde yayınlatmak için yoğun çaba sarfettiğini” yazıyordu. Bu satırları okumanızı tavsiye ediyorum.

                 Şimdi, kıvırmadan, ‘kendi mahallemizin’ dar penceresinden bakmadan,  bu doğruları alt alta koyarak, gerçeği yazalım; Ali Kırca’ya o tartışma proğramını yaptıranlar da, Sami Karaören’ne, ‘Üçok’un makalelerini öne al’ diyenler de ve Bahriye Üçok’u tehdit edenler ve O’nu öldürenler de Genelkurmay Karargahı’ndaki bazı Gladio’cu subaylar olduğu anlaşılıyor.  Aksini savunan varsa, istediği kanalda bunu tartışabiliriz.

            Gazeteci Taha Kıvanç ise, yine bombayı patlatıyor; 30 Eylül 1993 tarihli Zaman gazetesindeki köşesinde; “paketi Ekspres Kargo’ya verenin suikasttan üç gün sonra öldürülen MİT’ten makam şoförü Kemal Tunçsel olduğunu, Gülay Calap’ın da şoförün öldürülmesinin ardından kayıplara karıştığını düşünmek çok mu hayalcilik olur..” Diyerek önemli bir ip ucuna dikkat çekiyordu.

            Bahriye Üçok cinayet dosyası kapatıldıktan sonra, “Kargocu Kız” Gülay Calap, piyasaya çıktı. Ertuğrul Kürkçü gibi siyasete başladı ve Demokratik Toplum Partisi Eş Başkan Yardımcısı oldu.

            Basına yansıyan iddialara göre; Gülay Calap, avukatı Filiz Kalaycı’ya;”kendisine ‘bombalı paketi’ Teoman Koman’ın şoförü Kemal Tunçsel’in getirdiğini” açıklamıştı. 

            Avukat Filiz Kalaycı’da bu bilgileri Uğur Mumcu’nun ağabeyi Ceyhan Mumcu’ya anlatmıştı.

             Yine iddialara göre; Ceyhan Mumcu, bu bilgileri, gazeteci-yazar Soner Yalçın ile telefon görüşmesinde; O’na da aktarmış ve; “bu bilgileri Aydınlık gazetesi, Sabah gazetesi ve Ulusal Kanal’da haber yaptırmak istemiş”, yaptıramamıştı. Aydınlıkçılar, Ceyhan Mumcu’ya; “Bu Milli güçlere saldırıdır, haber yapamayız” demişlerdi.

             Önemli bir “Gladio elemanı” olduğu iddia edilen, Teoman Koman, daha sonra MİT Müsteşarı, ondan sonra da Jandarma Genel komutanı oldu. Emekli olunca, Cavit Çağlar’ın şirketlerinden Nergis Holding’te “Yönetim Kurulu” üyesi oldu. Cavit Çağlar’ın bankası İnterbank’ın “içi boşaltılırken”  Koman’ın da bu bankanın paralarından “pay” aldığı, bankanın paralarını zimmetine geçirdiği iddia edildi.

            Teoman Koman’ın, MİT Müsteşarlığı sırasında aralarında Uğur Mumcu’nun da bulunduğu bir grup gazeteciyi MİT’te yemeğe davet ettiği, bu yemek sırasında gazetecilere; “ Biz, Bahriye Üçok öldürülmeden kısa bir süre önce, kendisine bomba eğitimi verdik. Gelecek günlerde içinizden bir gazeteci de öldürülebilir” gibi sözler söylediği basında büyük yankı uyandırdı.

              Gülay Calap’ın avukatına söylediği sözler, Teoman Koman’ın ikrarları ve Şevket Kazan’ın eline tutuşturulan “sahte MİT raporu “bir bütün olarak değerlendirildiğinde; bu cinayetlerde MİT içinde bazı unsurların da kullanıldığı anlaşılıyordu.

             Zaten, Gladio’nun asker kanadı, bu cinayetleri işlerken MİT, Emniyet ve sivil bağlantılarından da yararlanıyor. Şimdilik Bahriye Üçok cinayetine nokta koyup, devam edelim.

              Özellikle 1990 yılından bu yana Sivas’ta yüzlerce kadına, kıza ve gence bu çete elemanları polis ve askerlerce tecavüz edilerek, uyuşturucu verilerek pazarlanıyorlar. Mahalleler, okullar, Üniversite ve hastaneler bu çetenin kontrolu altında tutuluyor. Bir ara, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi öğrencilerinden bazı kızların fuhuş ve uyuşturucu bataklığına çekilerek, Kıbrıs’a götürülüp, pazarlandıkları basın organlarında iddia edildi. Bu faaliyetler halen devam ediyor. Bu kadın ve kızları bazı vatandaşlara, bazı bürokratlara pazarlayarak, onları “şantaj” altına alıyorlar. Bu kadın ve kızları aynı zamanda birer “haber elemanı”

olarak kullanıyorlar. Bugün Sivas fuhuş ve uyuşturucu faaliyetlerinin yoğun olarak yaşandığı illerin başında geliyor. Ankara/Batıkent-Sivas-Kars/Kağızman arasında yoğun bir fuhuş ve uyuşturucu trafiği mevcut. . Bu kadın ve kızlardan bazılarını, başka illere atanan polisler ve askerler yanlarında atandıkları illere beraber götürüyorlar. Askeri araçları, polis araçlarını çete işlerinde kullanıyorlar.

               5-1993 yılında Sivas Kuyumcular Derneği başkanı Bünyamin Somtaş ve iş ortağı Metin Kılıç’ı öldürdüler. Bu kuyumcuların servetini paylaştılar. Bu kuyumcuların servetinden bir kısmının Madımak Oteli’nin yakılması operasyonunda kullanıldığı iddia edildi. Cinayette tetikçi olarak kullanıldığı iddia edilen Salih Akyazgan da Çetenin “Karslı”lar kolundan idi. Albay Tandoğan Koparal, Şükrü Gürses, polis müdürü Zekai Serici, Savcılar; Ömer Kaya ve Adem Çetiner’in de bu kuyumcuların servetinden pay aldıkları iddia edildi. Bu dosya savcılar; Ömer Kaya, Adem Çetiner ve hakim Engin Sakarya tarafından perde arkası araştırılmadan kapatıldı.

                    6-1993 yılında Sivas Askeri dikimevinde hazırladıkları “askeri elbiseleri” Nevşehir Cezaevine gönderdiler. Orada tutuklu bulunan PKK, DHKP-C ve TİKKO terör örgütü mensuplarına giydirdiler, firar ettirdiler, bu teröristleri Sivas kırsalına getirdiler.

                     Nevşehir Cezaevi firar olayından üç gün sonra, İstanbul/Bayrampaşa Cezaevinde bulunan aynı örgüt elemanlarına bu sefer “İnfaz koruma memuru elbiseleri” giydirdiler, firar ettirdiler, o teröristleri de Sivas kırsalına getirdiler.

                     Daha sonra Güneydoğu’da bulunan PKK liderlerinden Şemdin Sakık’ı bu teröristlerin başına “Komutan” olarak atadılar. Bu teröristler yıllarca JİTEM subayları komutasında; Sivas, Tokat, Amasya, Erzincan ve Tunceli illerinde oluk oluk kan akıttılar. Bölgede bir Alevi-Sünni, Kürt-Türk çatışması çıkarmak için “maşa” olarak kullanıldılar.

                   Şemdin Sakık’ın böbrekleri hastalanınca, O’nu Kuzey Irak’a göderip, orada teslim aldılar. Bu teslimi, “Şemdin Sakık Kuzey Irak’ta müthiş bir operasyonla yakalandı” diyerek, Hürriyet gazetesine manşet attırarak kamuoyuna pazarladılar. Bu yazdıklarımı dikkatlice okursanız, Şemdin Sakık’ı Sivas’a kimlerin getirdiğini anlarsınız.

                   PKK, DHKP-C, TİKKO ve Hizbullah gibi terör örgütlerinin lider kadrosunun tamamı “askeri istihbarat”ın kontrolunda çalışıyor. Nitekim gazeteci-yazar Uğur Mumcu; PKK lideri Abdullah Öcalan ile Genelkurmay İstihbarat Dairesi arasındaki ilişkiyi çözünce, hemen öldürdüler. Cinayeti “İslamcı”ların üzerine yıktılar.

                  Bütün uzmanlar; gerek “Küresel Siyonist Çete”nin, gerekse bunların Türkiye’deki “ırkdaşları” Gladio’cuların “terör örgütlerini ve terörü siyasi amaçlarla kullandığına” dikkat çekiyorlar. Bunu görmemek için de kör olmak gerekiyor.

                  7- 24 Ocak 1993 günü Ankara’da Uğur Mumcu’yu öldürdüler. Uğur Mumcu’nun aracında patlatılan bombayı Erzurumlu İbrahim Öncül’ün uzaktan kumanda ile patlattığı iddia ediliyor. İbrahim Öncül’ün; eski milletvekili Ömer Çiftçi’yi kullanarak, Uğur Mumcu’nun evinden dışarı çıkacağı saati öğrendiği, o saatten önce de arabasını yıkama bahanesi ile bahçeye çıktığı, Uğur Mumcu’yu beklediği, Uğur Mumcu’nun bahçeye çıkıp, aracına bindiği sırada da, araca gece yerleştirilen bombayı uzaktan kumanda ile patlattığı iddia ediliyor. Uğur Mumcu’nun peşinden gelen, Güldal Mumcu’nun, bahçede karşılaştığı ilk kişi de İbrahim Öncül idi.

                   Uğur Mumcu’nun aracında bomba patladıktan sonra, olay yerine intikal eden ilk polis ekibi, olay yerinde İbrahim Öncül’ü yakalıyor ve sorguya alıyorlar. Çetenin devreye girmesi ile İbrahim Öncül serbest bırakılıyor, “tanık” olarak ifadesi alınıyor.

                    İbrahim Öncül ve Ömer Çiftçi o dönemde Uğur Mumcu’nun komşuları idiler. İbrahim Öncül, o dönemde, Milli Savunma Bakanlığı, İnşaat Emlak Bölümü’nde, başında Albay Tandoğan Koparal’ın bulunduğu “Teknik Hizmetler Birimi”nde çalışıyordu. Bu “Birim’ in, Genelkurmay’ın önemli bir ‘Kontrgerilla’ yapısı olduğu, bu birimde çalışanların ‘bomba uzmanı’ oldukları, Genelkurmay İstihbarat Dairesi’ne bağlı olarak çalıştıkları; Bahriye Üçok,Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerinde kullanılan; ‘Amerikan malı, Milli Savunma Bakanlığı envanterinde kayıtlı olan ‘C-4 plastik patlayıcının’da Tandoğan Koparal tarafından, Milli Savunma Bakanlığı-“Teknik Hizmetler”   birimden çıkarıldığı, bu birimde çalışan bomba uzmanları tarafından hazırlandığı” iddia ediliyordu.

                    Bu C 4 patlayıcılar; ordu da yol, köprü ve inşaat işlerinde de kullanıldığı iddia ediliyordu.

                      İnşaat-Emlak bölümü’de; yolsuzluk ve hırsızlık olaylarının yaşandığı, bu birimde çalışan subayların “köşeyi döndüğü” de basında iddia ediliyordu.

                 Uğur Mumcu cinayeti “organizasyonu”nda; “Albay Tandoğan Koparal ile birlikte, Jandarma cephesinde; Yaşar Ilık Paşa’nın da görev aldığı” iddia ediliyordu. Yaşar Ilık ile Tandoğan Koparal arasında çete ilişkileri olduğu da iddialar arasında idi.

                 Yukarıda açıkladığım gerçeklere rağmen, Gladio’cular, çetenin  “Karslı”lar kolundan; Kars/Arpaçay/Arslan Köyü nüfusuna kayıtlı Ayhan Aydın adında bir “yalancı” tanığı piyasaya sürdüler. Uğur Mumcu cinayetini, kendi “taşeron” örgütlerinden “İslami Hareket Örgütü” üzerine yıkmaya çalıştılar. Oysa, Ayhan Aydın’ın, aynı çete tarafından fuhuş, uyuşturucu ve hırsızlık faaliyetlerinde kullanıldığı, Batıket’teki Koparal ve Gürses ailelerine bağlı olarak çalıştığı iddia ediliyordu. Koparalların çete ortağı Şükrü Gürses’de “Karslı.” Ayhan Aydın’ın, cebinden, Sivas’a ait bazı telefon numaraları da çıkmıştı. Ayhan Aydın’ın aynı çete tarafından Sivas’ta da “kullanıldığı” anlaşılıyordu.

                “Yalancı tanık” Ayhan Aydın’ın anlattıkları tutmayınca, bu sefer,

 eski Adalet Bakanı Şevket Kazan’ı “kullanarak”, sahte bir MİT raporunu piyasaya sürdüler. Şevket Kazan’ın piyasaya sürdüğü MİT raporu tamamen yalandı. Uğur Mumcu’yu öldürenler tarafından hazırlanmıştı. Şevket Kazan Adalet Bakanı iken, kendisi ile görüşmüş, bu çete hakkında ,iki dilekçe de kendisine vermiştim. O’ da Gladio’nun üzerine gidememişti.

                 Şevket Kazan’ın da “Sabetayist”  kökenli olduğu bizzat İslami çevrelerde iddia ediliyordu. Uğur Mumcu cinayeti soruşturulmaya başlayınca Şevket Kazan’ın “devreye sokulması” dikkatimi çekmişti. Ya Şevket Kazan’ı “şantaj” altına almışlardı, ya da bu  bir “Sabatayist Dayanışma”sı idi. İlişkiler “yumağını” ve “çetenin taktiklerini”  iyi bildiğim için, “şantaj” işinin daha ağır bastığı görünüyordu.

                 Ankara’da Uğur Mumcu’yu öldürüp, Sivas’ta, Madımak Oteli’ni yakıp, Şevket Kazan’ın partisinin ve üyelerinin üzerine yıktıkları halde, Şevket Kazan’ın bu Gladio çetesine “hizmet” sunması başka türlü izah edilemezdi.

                  Eğer, Şevket Kazan yürekli ve namuslu davranıp; benim kendisine vermiş olduğum çete dilekçelerinin gereğini yapsa idi, “28 Şubat Darbesi” olmayacaktı. Çün ki çetenin “Karargahı”na ulaşılacaktı. Kendisi ve partisi de “darbe mağduru” olmayacaktı. Şevket Kaza’nın bu “ilişkiler yumağı”nı anlayacak ve çözecek kapasitede olmadığı da anlaşılıyordu. Yüreksiz ve korkak olduğu anlaşılıyordu.

                  Hatta, Recai Kutan’ı makamında ziyaret etmiş; “Masonların ve Sabetayistlerin Türkiye’deki çeteleşmedeki rolü nedir”? “Başlıklı bir Araştırma Önergesi verin, bu konular araştırılsın, gerçekler ortaya çıksın” dediğimde; Recai Kutan bu teklifimi ilginç bulmuş, Temel Karamollaoğlu’na talimat vererek; “böyle bir önerge hazırla, Meclis Başkanlığı’na verelim” dediği halde; Temel Karamollaoğlu da bu önergeyi hazırlamamıştı.

                 Bu önergenin hazırlanmaması üzerine, Temel Beyle’de görüşmüş, “bu önerge işi ne oldu” diye sorduğum halde, önergeyi yine hazırlamamış, “Bizim partilerimizi kapatanlar da aynı çevreler” deyivermişti. Bunu bildiği halde bir türlü önergeyi hazırlamaya yanaşmıyordu. Oysa, Sivas Madımak Oteli’nin yakılmasında; Alevi ve Laik kesim en çok da Temel Karamollaoğlu’nu suçluyordu. Şevket Kazan ve Temel Karamollaoğlu gibi “İslami kimlikli” kişilerin kendilerini mağdur eden “Gladio çetesinin üzerine gitmek istememeleri dikkatimi çekiyordu.

                  Aynı çetenin üzerine, “İslami kimlikli” Ak Parti de gitmek istemiyor. Bunlar ilginç değil mi? Bu bir korkaklık mı? Yoksa, bizim bilmediğimiz “ilişkiler yumağı”mı mevcut.

                    Tekrar dönelim konumuza. Uğur Mumcu cinayetinden sonra, Yaşar Ilık ismi karşıma bir defa yine çıkmıştı. 9 Ocak 1996 günü İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Muharrem Göktayoğlu ile görüşmüş ve bu çete hakkında bir dilekçe sunmuştum. Göktayoğlu; önce İçişleri Bakanlığı Personel Daire Müdürü Turgay Turan’ı telefonla aradı, çetenin üzerine gidilmesini istedi. Turgay Turan’ın çetenin üzerine gitmek istememesi üzerine, Ankara Emniyet Müdürü Ramazan Er’i telefonla aradı, beni de yanına gönderdi. Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gidip Ramazan Er ile makamında görüştüm. Ramazan Er, yardımcısı Egemen Tanrıverdiler’e talimat vererek; “Sivas, Ankara/Batıkent- İstanbul hattında Çeteye bir operasyon yapılmasını” istedi. Beni de Egemen’in makamına gönderdi. Egemen Tanrıverdiler ile de görüştüm. Tanrıverdiler,  birkaç gün beni oyaladı ve sonunda bana dedi ki; “İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Asayiş Müdürü Sedat Demir çeteye operasyon yapmak istemiyor.”

                Sedat Demir daha önce Ankara Emniyetinde çalışmıştı. Ankara Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne atanınca, Sedat Demir’i de yanında götürmüştü. Daha sonra, Sedat Demir’in “Söylemez Kardeşler Çetesi ile bağlantısının olduğu, ‘Söylemez Kardeşler Çetesi’nden rüşvet aldığı” iddia edildi. Ve İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Deniz Gökçetin ile birlikte tutuklandılar.

                Egemen Tanrıverdiler “çete operasyonu” yapmayınca, tekrar Ramazan Er’in makamına giderek kendisi ile görüşmek istedim. Ramazan Er’e bir daha ulaşamadım, birden ipler koptu. Bunun nedenini araştırırken, Yaşar Ilık Paşa’nın, Ramazan Er ile bir görüşme yaptığını, ‘çete operasyonu’na takas koyduğunu öğrendim. Ben, çeteye operasyon yaptırmaya uğraşırken, aynı günlerde İstanbul’da Özdemir Sabancı’yı  öldürdüler, gündemi değiştirdiler. Çete operasyonu da yapılamadı. O gün anladım ki; Yaşar Ilık Paşa’nın isminin Uğur Mumcu cinayetinde geçmesi bir tesadüf değil.

                Ramazan Er, daha sonra Emniyet Genel Müdürlüğü Yardımcılığı’na atandı, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan öldürüldüğünde, soruşturma için Diyarbakır’a gönderildi. Okkan cinayetine, “Hizbullah imzası” atıldı. Gladio gizlendi.

                Gaffar Okkan’ın öldürüleceği dakikalarda; hem öldürüleceği caddenin elektiriklerinin kesilmesi, hem de gazeteci Nuriye Akman’ın, gazeteci Yavuz Donat’ın “derin selamı” ile Okkan’la “röportaj yapması” kamuoyunun ve basının dikkatini çekti. Nuriye Hanım’ı Diyarbakır’a kimlerin gönderdiğini ve  Okkan’a neler sorduğunu hep merak ediyorum. Tıpkı, Uğur Mumcu’ya gazeteci  Mehmet Güç’ü kimlerin gönderdiğini merak ettiğim gibi.

               Bu çete ile ilişkisi olduğu iddia edilen kişilerden biri de; o dönem Jandarma Genel Komutanlığı, İstihbarat Dairesi Başkanı Ali Akgöz idi. Benim dilekçelerim üzerine; Jandarma Genel Komutanlığı Harekat Başkanlığı çetenin üzerine gitmek istiyor, fakat Ali Akgöz bunu önlüyordu. Benim dilekçelerimin İstihbarat Başkanlığı’nda toplanmasını emrediyor, orada da bir işlem yapmayarak, dilekçeleri kapatıyordu. Buna bizzat defalarca tanık olmuştum. Bazı kişiler; “Ali Akgöz ile görüşüp, ‘çete pazarlığı’ yapmadan yakamı bırakmayacaklarını” bana telkin ediyorlardı. Böylece, Gladio’nun Jandarma Komutanlığı’ndaki “Merkezi”nin ise, “İstihbarat Dairesi” olduğu anlaşılmıştı.

               Ali Akgöz’ün talimatı ile, beni izleyen JİTEM istihbaratçıları, Jandarma Genel Komutanlığı’nda kiminle görüşsem ona takoz koyuyorlardı. Bir sefer, Hareket Başkanlığı’nda; Yüzbaşı Gültekin Beceren ve Binbaşı Ali Aydın ile görüşürken; İstihbarat Başkanlığı’nda görevli olduğu söylenen  “Hami Binbaşı” adında bir komutanı odaya göndermişler, Hami, odada beni tehdit ederek; “Sen dilekçelerinde; Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’i JİTEM öldürdü diye yazıyorsun, biz öldürmedik” diyerek, telaşlı ve heyacanlı bir sesle bağırıyordu. Bu manzara karşısında, Ali Aydın ve Gültekin Beceren şaşırmışlardı. Hami Binbaşı’yı odaya kim göndermişti? 

            O dönem,  görüştüğüm kişilerden Ali Aydın ve Halil Helvacıoğlu’nun “Ergenokon Operasyonları” sırasında tutuklanmaları dikkatimi çekmişti. Bu komutanların tutuklanmasını Genelkurmay ve Jandarma istihbaratçıları sağlamıştı. Ali Aydın ve Halil Helvacıoğlu tutuklanırken, Ali Akgöz, Yaşar Ilık ve Tandoğan Koparal gibi Kontrgerillacılara dokunulmuyordu. Ergenokon Operayonlar’ı da kamuoyuna; “Derin Devletin tasfiyesi” olarak yutturulmaya çalışılıyordu. Ben bu manzara karşısında yine  gülüyordum.

             Eski Sıkıyönetim savcısı Baki Tuğ, Kırmızı Dergi’ye yaptığı açıklamada; “hem Mahir Çayan’ı, hem de Abdullah Öcalan’ı yöneten, eğiten ve kullanan kişinin istihbarat subayı Yüzbaşı İlyas Aydın olduğunu” açıkladı.

             MİT Daire Başkanı Mehmet Eymür’de; ‘Analiz’ adlı kitabında; “Mahir Çayan ve arkadaşlarını Tokat/Niksar/Kızıldere Köyü’ne Yüzbaşı İlyas Aydın’ın götürdüğünü, onları ‘samanlığa’ yerleştirip, köyden ayrıldığını” açıklamıştı.

              “Samanlıktan” samanların arasına gizlenerek kurtulduğu iddia edilen günümüzün siyasetçisi Ertuğrul Kürkçü, bu konularda konuşursa, ülkeye en büyük hizmeti o zaman yapar. Ertuğrul Kürkçü’nün de, Hasan Cemal gibi; “Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım” şeklinde anılarını yazmasını bekliyorum.

              Uğur Mumcu’da, Abdullah Öcalan- Yüzbaşı İlyas Aydın ilişkilerinin peşine düşmüş, bu bilgileri almak için Emekli Sıkıyönetim savcısı, Doğruyol Partisi milletvekili Baki Tuğ’u ziyaret etmişti. Baki Tuğ’dan istediği belgeyi” alamadan, “belgenin sahipleri” tarafından öldürülmüştü.

                8- 1990 yılından itibaren “28 Şubat Darbesi”nin hazırlıkları yapılıyordu. Darbeciler; Ankara’da Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı’yı öldürttüler, bu cinayetleri “İslamcılar”ın üzerine yıkarak bir Laik- Antilaik savaşı çıkarmak için yoğun çaba sarfettiler. Bu laik aydınları öldürmeye başladıkları 1990 yılında İçişleri Bakanlığı koltuğunda, “İslamcı” Abdülkadir Aksu’nun oturması dikkat çekiyordu. Tesadüfe bakın ki, Hablemitoğlu öldürülürken de Abdülkadir Aksu, yine İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturuyordu. Ben ise,  “kimin eli, kimin cebinde” sorularına cevap aramaya çalışıyordum. Hatta bazen, “Laik Sabetayistler ile, İslamcı Sabetayistler arasında ‘gizli bir anlaşma mı var’”? Diye soruyordum. Sabetayistlerin “Derin Dünyası”na akıl sır erdiremiyordum. Bunların ne sağcısına, ne solcusuna, ne ülkücüsüne, ne de İslamcısına bir türlü inanamıyordum.

                    Bu laik aydın cinayetlerine parelel olarak; 1993 yılında Sivas Madımak Oteli’ni yaktırdılar, Laik- Antilaik savaşına, Alevi-Sünni savaşını da ekleyerek, Alevilerin laik cephede yer alması için yoğun çaba sarfettiler, Sivas’taki ve bölgedeki Alevileri ve Sünnileri birbirlerine karşı kışkırttılar.

                  Madımak Otelinin yakılmasından önce, kamuoyuna dağıtılan ve Sünni kesimi tahrik eden iki adet “İslami Bildiri” bazı askeri istihbaratçılar ve bazı terörle mücadele polisleri tarafından hazırlanarak; Sivas Emniyet Müdürlüğü’ne ait 238537..nolu fakstan basın organlarına ve kitle örgütlerine dağıtılmıştı. Bu bildiriyi hazırlayan ve dağıtanlar tesbit edilse idi, otelin yakılmasını “organize” edenler ortaya çıkacaktı.

                    Gladiocu’lar, bir taraftan hazırladıkları  “İslami” bildirileri dağıtırken; bir taraftan da Aziz Nesin ve Cumhuriyet gazetesi yazarı Sami Karaören’e, 1 Temmuz 1993 günü Sivas Kültür Merkezi’nde Aleviler’e nutuk çektiriyorlardı. Ben, yine gülüyordum.

                    Hasan Cemal’in, “Cumhuriyeti Çok Sevmiştim” kitabında; “Sami Karaören’in, Bahriye Üçok’un makalelerini yayınlamak için çırpındığını okuyunca; Sami Karaören’in, “Madımak Katliamı” öncesinde Sivas’ta Alevilerin “aziz konukları” arasında bulunmasının “tesadüf” olmadığını anlamıştım.

                     O günlerde Sivas Tugay Komutanlığı koltuğunda oturan  Sivas’ın “Baş Paşa”sı Ahmet Yücetürk’ün, “akşam karanlığı” basınca, makam aracı ile Madımak Oteli’ne gelerek, teftiş yapması” otelden ayrıldıktan kısa bir süre sonra da “düğmeye basılarak” otelin ateşe verilmesi Sivas halkının ve basının dikkatini çeken önemli olaylardan bir tanesi idi.

                   Otelin yakıldığı gün, aynı Baş Paşa, ve Sivas Jandarma Alay Komutanının basına açıklama yaparak; “askeri elbise” ve “infaz koruma memuru elbisesi” giydirerek Sivas’a taşıdıkları teröristlerin; “Zara, İmranlı, Divriği ilçelerinde faaliyete geçtiklerini, askeri birliği o bölgeye sevk ettiklerini, ‘terörle mücadeleye kahramanca’ devam ettiklerini” duyurmalarıda ikinci dikkat çekici olaydı. Şayet, DHKP-C’li, PKK’lı ve TİKKO’cu “tosuncuklar” o gün eyleme başlamış iseler, onları harekete geçiren de kendileri idiler. Bu “Baş Paşanın” da Sivas’taki “çete rantından” faydalandığı iddia ediliyordu.

                  Hele, Madımak Oteli yakıldıktan sonra, Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı Murtaza Demir’in, “Karargahta” Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’i ziyaret etmesini öğrenmem, beni iyice şaşırtmıştı. Acaba, Murtaza Demir, Doğan Güreş’e; “Teşekkür ederim Paşam, yine Sivas’ta ‘Muhteşem Bir Özel Harp Operasyonu’nu’ başarıyla tamamladınız” demek için mi gitmişti? “Baş Paşa’nın, Murtaza Demir’e neler söylediğini hep merak ediyorum.

                   Aynı Baş Paşa’ya, Uğur Mumcu cinayeti sorulduğunda da; “O konuda konuşmak istemiyorum” diye ilginç bir cevap vermişti.

                    9-Sivas Madımak Oteli’nin yakılmasından 3 gün sonra, 5 Temmuz 1993 günü, bu sefer Erzincan/Kemaliye/ Başbağlar Köyü’nde yine “akşam karanlığı basınca” 33 Sünni vatandaşı katlettiler. Bu katliamda da; Sivas’a taşıdıkları teröristleri kullandılar. Bu katliama “PKK imzası” attılar. Amaç; Alevi-Sünni, Kürt-Türk çatışmasını iyice hızlandırmaktı.

                    Bu kanlı olaylar tezgahlanırken ben, 28 Şubat Darbesi’nin, aynen 12 Eylül Darbesi gibi o günlerde, yönetime doğrudan el konularak gerçekleşeceğini bekliyordum. Fakat, halkın birbiri ile çatışmak istememesi üzerine bu gerçekleşmiyordu.

                    Dikkatimi bir şey çekiyor; “Masonların ve Sabetayistlerin Derin Devletinin” gerçekleştirdiği birçok katliamda; “33” kişi öldürülüyor. Bu “sihirli 33 sayısı”nın, Masonların “33. Derece”si ile bir ilişkisi olabilir mi acaba?   

                    10-Sivas’a getirilen bu teröristlerin bazı JİTEM subayları ve bazı Terörle Mücadele polisleri tarafından kullanıldığını sezen; Sivas Özel Harekat Şube Müdürü Başkomiser Fethi Akyüz’ün kandırılarak terör nedeniyle 24 Temmuz1994 günü Sivas/Zara kırsalına götürüldüğü, burada öldürüldüğü, olaya “PKK ile çatışmada öldürüldü” süsü verildiği iddia edildi. Bu dosya da, perde arkası aralanmadan kapatıldı.

                    11-Sivas’a taşıdıkları DHKP-C ve TİKKO terör örgütü militanlarından bazılarını 1999 yılında; Sivas’tan Ankara/Yenimahalle semtine götürdüler. Yenimahalle/Şentepe’de bu teröristlere bir ev kiraladılar. Bu teröristleri orada bir süre eğittikten sonra, Çankırı’ya götürdüler. Bu teröristleri kullanarak; 5 Mart 1999 günü Çankırı valisi Ayhan Çevik’in aracına bir bombalı suikst düzenlediler. Vali ağır yaralandı. 3 kişi de öldü.

                    14 Mart 1999 tarihli Aydınlık dergisinde yer alan haberde; ”Bu teröristleri Sivas Bölgesi’nde, Kod adı; ‘Tamer’ olan bir Binbaşı’nın yönettiği, Çankırı Valisi Ayhan Çevik’in aracında patlatılan “bomba düzeneği”nin de Emniyet Genel Müdürlüğü, Terörle Mücadele Dairesi’nin illegal kadrosunda görevli olan Komiser A.B.’nin hazırladığı” iddia edildi. Bu bağlantılar da araştırılmadı.

                   Vali Ayhan Çevik, daha önce Tokat valiliği yapmıştı. Çetenin üzerine gittiği söyleniyordu.

                    Ayhan Çevik, Tokat valisi iken, Aynı çetenin  28 Mayıs 1997 tarihinde, aynı terör örgütü mensuplarını kullanarak, gece Tokat Kurtuluş Un fabrikasına bir baskın düzenledikleri; “fabrika sahibi ve Tokat Ticaret Borsası Başkanı Mustafa Çivi’yi, Tokat TEDAŞ eski müdürü Naci Özen’i ve TEDAŞ müfettişlerinden Ahmet Duyguyu öldürttüğü de basın organlarında yer aldı. Tokat’ta bu kanlı olaylar yaşanırken, elbette Ayhan Çevik, belli bilgiler edinmişti.

                    12-MİT elemanı Tarık Ümit’i 2 Mart 1995 tarihinde kaçırıp öldürdüler. MİT Daire Başkanı Mehmet Eymür’in iddialarına göre; “Tarık Ümit, Mehmet Ağar ve Korkut Eken tarafından hazırlanan ‘Öldürülecek Kürt İşadamları Listesi’ni Mehmet Eymür’e bildirdiği için, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar ve yanında çalışan Korkut Eken’in talimatı ile kaçırılıp, öldürüldü.”

                   Yine, iddialara göre; Albay Tandoğan Koparal’ın da “iş verdiği” hemşehrisi Abdullah Çatlı’da bu operasyonda görev almıştı.

                    Tarık Ümit’in, doktor amcasının iddialarına göre; “Tarık Ümit’in arabası Jandarma bölgesinde bulunduğu için, olayı Jandarma Astsubay Ahmet Altıntaş soruşturuyordu. Altıntaş, önemli bilgi ve belgeler toplamış, olayı aydınlatmak üzere iken, ‘Gazi Olayları’nı tertiplemişlerdi.” Gladio’cuların, bir olay sonrasında, ikinci bir olay tertipleyerek, gündemi değiştirme “taktikleri” Tarık Ümit olayında da devreye sokulmuştu.

                     Tarık Ümit’in kaçırılmasından 10 gün sonra, yani 12 Mart 1995 günü İstanbul/Gazi Mahallesi’nde bulunan Alevilere ait; Yavuz, Doğu, Dostlar ve Öntaş kahvelerini tarandılar. Olayda Alevi dedesi Halil Kaya öldürüldü.

                     Kahvelerin taranmasında kullanılan 34 TCJ plakalı taksi bulunmuş, taksinin şoförü Mesut Efe, arabanın içinde elleri ve ayakları bağlı, boğazı kesilmiş halde öldürülmüştü.

                      Kahvelerin taranmasını protesto eden Aleviler ayaklanmış, Gazi Mahallesi Cemevi önünde toplanmışlardı. Gece, bu kalabalığın üzerine polis panzerinden ateş açılmış, 21 Alevi vatandaş öldürülmüştü. Yeni bir Alevi-Sünni çatışmasının fitili ateşlenmek isteniyordu.

                      Tarık Ümit olayını soruşturan Astsubay Ahmet Altıntaş, Tarık Ümit soruşturmasından alınmış, “Gazi Olayları”nı soruşturmakla görevlendirilmiş, bir süre sonra da

Güney Doğu’ya sürgün edilmişti. Böylece, hem Tarık Ümit dosyası, hem de “Gazi Olayları” dosyası perde arkası aralanmadan kapatılmıştı.

                      Gladio’cular, tertipledikleri bir olay sonrasında, ikinci bir olay tertipleyerek, birinci olayın kamuoyundaki etkisini azaltmaya ve gündemi değiştirmeye uğraşıyorlardı.Tarık Ümit olayında kullandıkları bu “yöntemi”, Uğur Mumcu cinayetinden sonra Jak Kamhi’ye saldırı“operasyonu”, Madımak Oteli’nin yakılmasından sonra Başbağlar katliamı “operasyonu”, Ahmet Taner Kışlalı cinayetinden sonra, Yahudi İşadamı Malki’yi öldürdüğü iddia edilen Erol Evcil’in, Bursa’da yakalandığı “operasyonu” bu “yönteme” örnek teşkil ediyor. 

                     Yıllardan beri, Kontrgerilla’cı askerlerin “sözcülüğü”nü yapan Mehmet Ali Kışlalı’nın, kardeşi Ahmet Taner Kışlalı’yı da Kontrgerillacı bazı askerler öldürmüştü. Soruşturma sırasında bazı “askeri istihbaratçılara ulaşılmıştı.” Cinayet aydınlatılmak üzere idi.

                    “Erol Evcil’in Bursa’da yakalandığını, Yahudi işadamı Malki’ye borçlu olan; aralarında Cavit Çağlar, Süleyman Demirel’in kardeşi ve yeğeninin de bulunduğu “işadamları” listesinin aydınlatılacağını, bütün çete olaylarının çözüleceğini” basına pompaladılar. Basını, Erol Evcil’in yakalanmasına yönlendirdiler. Ahmet Taner Kışlalı cinayetini küllendirdiler. Maksat hasıl olunca, yine bazı basın organlarını kullanarak; “Erol Evcil’in ifadesini içeren disket ve kasetlerin kaybolduğunu” kamuoyuna duyurdular. Böylece, Malki cinayeti ve Malki’nin servetini “paylaşanlar” da aydınlatılmadı.

                     Yahudi iş adamı Malki öldürüldükten sonra; dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, basına yaptığı açıklamada; “Bir gecede 700 (yedi yüz) trilyon lira para el değiştirdi, kara parayı yönetenlerle, terör örgütlerini yönetenler aynı kişiler.” Demişti. Malki’nin bu yedi yüz trilyon lirasını paylaşan “saygın işadamları” kimlerdi? Onlar açıklanmıyordu. Dikkatinizi çekiyorum; Sivas-Bursa arasında da uyuşturucu trafiği mevcut.

                    Erol Evcil, bir süre tutuklu kaldıktan sonra salıverildi.”Saygın işadamı” rolünde; Devlete 360 milyon dolara mal olan, Sivas Demir Çelik fabrikasını 9 milyon 679 milyon dolara satın alarak, Sivas’a da uzandı. Sivas Demir Çelik fabrikası gündemden düşmüyor.

                  13-Bu çetenin “askeri kanadı” 3 Kasım 1996 tarihinde Balıkesir/Susurluk’ta, başında Mehmet Ağar’ın bulunduğu iddia edilen çetenin polis kanadına bir suikast düzenledi. Denizli’li Hasan Gökçe’nin kamyonu, Doğru Yol Partisi, Şanlı Urfa milletvekili Sedat Edip Bucak’ın mercedes marka otomobilini ezdi. Olayda; Sedat Edip Bucak ağır yaralandı, Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ, adı Gladio tetikçisi olarak anılan Nevşehir’li Abdullah Çatlı ve Gonca Us isimli bayan öldü.

                 Çetenin “kilit” isimlerinden “93 Muhacirleri’nin Karslı”lar kolundan olan, Emniyet Müdürü Zekai Serici, Sivas’tan Burdur/Bucak’a emniyet müdürü olarak gönderilmiş, Bucak’ta çete faaliyetlerine devam etmesi üzerine, Burdur milletvekilleri Zekai Serici’yi, dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’na şikayet etmişlerdi. Benim de aynı çete hakkında vermiş olduğum bir dilekçe üzerine, Gazioğlu, çetenin üzerine gitmek, Zekai Serici’nin “çete bağlantılarını” soruşturmak isteyince, hemen görevden alındı. Mehmet Gazioğlu Bakanlıktan alınınca,  Mehmet Ağar ve Bekir Aksoy bu sefer  Zekai Serici’yi Denizli İl  Emniyet Müdür Yardımcısı olarak atadılar. Zekai Serici’nin çeteyi Denizlide’de örgütlediği, “Susurluk kamyonu”nun şoförü Hasan Gökçe’nin de o zaman kanca takılanlardan olduğu iddia ediliyordu.

               İşin en ilginç yönü ise; Sivas ve Samsun’da çete tarafından kullanılan Başsavcı Oktay İrdem’in, Susurluk Kazası’ndan 2-3 gün önce Balıkesir Cumhuriyet Başsavcılığı’na atanmasıydı. Bazı kaynakların iddialarına göre; “Başsavcı Oktay İrdem, Balıkesir’e çete tarafından ‘özel’ olarak gönderilmiş ve Susurluk Kazası’nın perde arkasının aydınlatılmasını” önlemişti. Başsavcı, Oktay İrdem’in, Balıkesir’e Susurluk Kazası’ndan önce gönderilmesi, “Susurluk Kazası”nın önceden planlandığının en güzel kanıtı idi.

             14-Kod adının Güler Otaç olduğunu iddia ettikleri canlı bomba olarak kullandıkları bir bayanı Sivas’a getirdiler, 29 Ekim 1996 günü, bu bayana Çarşı Polis Karakolu önünde, polis aracında bir bomba patlattırdılar. Olayda 3 polis ve bir vatandaş öldü.

               Bu olayı o dönem “Sivas  Emniyet Müdürü Muammer Öz ve Terörle Mücadele Şube Müdürü Mevlüt Aslan’ın, bazı askeri istihbaratçılar ile işbirliği yaparak organize ettikleri” iddia edildi.

                Aynı Muammer Öz ve Mevlüt Aslan, 14 Eylül 1996 tarihli Aksiyon dergisine; “PKK Sivas’a 50 kişilik tim gönderiyor, bir Alevi-Sünni çatışmasına dair sezgilerimiz var” başlıklı bir “ısmarlama” haber yaptırdılar.

                Gladio’cular,önce bazı basın organlarına; “Üst düzey Emniyet yetkilisi” veya “Üst düzey komutan” açıklaması şeklinde “ısmarlama” manşetler attırıyor, haberler yaptırıyor, arkasından da, planladıkları “eylemi” gerçekleştiriyorlardı.

              Aksiyon dergisinin bu haberinden de anlaşılacağı üzere; Çeteciler, Sivas’ta, “Madımak katliamı” benzeri yeni bir “katliamın” hazırlıklarını yapıyorlardı.

             Bu haber üzerine; gazeteci Aydın Deliktaş, dik duruş sergileyerek, Hakikat gazetesinde iki gün üst üste; “Bu açıklamayı yapan emniyet yetkilisi kim” diyerek manşetler attı, sorular sordu. Köşeye sıkışan Sivas İl Emniyet Müdürü Muammer Öz, Aydın Deliktaş’ı telefonla arayarak, tehdit ederek, “polisimizi yıpratmayalım” gibi sözler söyledi. Aydın Deliktaş’ın, benim “çete dilekçelerimi” hatırlatması üzerine, Muammer Öz sustu. Böylece Sivas bir “provokasyondan” kurtulmuş oldu.

            Bu dönemde; Aydın Deliktaş, Sirer Doğan ve Kemal Çağlayan gibi bazı gazeteciler, baskılara rağmen, yapmış oldukları bazı haberlerle, Gladio çetesinin Sivas’ta gerçekleştirmek istediği bir çok provokasyonu önlediler.

            Vali Aydın Güçlü, Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ve Emniyet Müdürü Muammer Öz, benimle de, makamlarında “çete pazarlığı” yapmışlardı.

              Muammer Öz’ün, bazı kişilerin devreye girmesi sonucu, İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’na baskı yapılarak, Sivas’a “özel olarak” gönderildiği iddia ediliyordu.  

             Mevlüt Aslan’ın ise, Erzurumlu olduğu, hemşehrisi Fettullah Gülen Cemaati ile ilişkisinin olduğu da iddialar arasındaydı.

              15-Sivas’ın Gökdin Köyü halkından Turan Karabulut’un kızları; Nermin ve Serap Karabulut köylerinden Sivas’a tedavi olmak maksadı ile yaya olarak gelirken, yolda jandarmalar tarafından alıkonularak tecavüz edilmiş ve Nermin Karabulut da öldürülmüştü. O dönem Sivas Jandarma Alay Komutanı olan Muzaffer Akçam;  29.7. 1998 tarihinde; bu kızların “terörist-canlı bomba” olduklarını basına açıklayarak basını kandırmıştı.  Bu dosyanın üzerine giden savcı Sivas’tan sürüldü, dosya da kapatıldı.

               Daha önce de savcı Ömer Kaya, Sivas Köşk otelinde Hasan Erdem isimli bir şahsa, Gökdin Köyü halkından bir kişiyi kurşunlatmış, dosyayı da  kapatmıştı. Çetenin asker ve polis kanadı tarafından kullanılan Hasan Erdem isimli şahsı daha sonra trafik kazası süsü vererek öldürdüler. 

                  16- 27 Kasım 1998 tarihinde Huzur Turizm’e ait 34 RDD 58 plakalı otobüsün arka kısmına zaman ayarlı bir bomba yerleştirdiler. Bu bomba Kırıkkale yakınlarında patlatıldı. Olayda 4 kişi öldü, 18 kişi yaralandı. Ölen kişilerin, “Kaplancı militan olarak anılan, Mehmet Demir’in yakınları olduğu” açıklandı.

                  Bu bombanın da, “Sivas Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın bilgisi dahilinde, Sivas Emniyet Müdürlüğü, Terörle Mücadele Şubesi’nde görevli bazı polisler tarafından otobüse Sivas’ta yerleştirildiği, bu polislerin, Sivas Otogarında otobüse bindiği,Bölge Trafik’te otobüsten indikleri iddia” edildi. Celalettin Cerrah, pala bıyıklarını sıvazlayarak, bu otobüsün şoförüne; “yılın şoförü ödülü” verdi. O’nu kahraman ilan etti.

                  Abdülkadir Aksu İçişleri Bakanı olunca, Celalettin Cerrah’ın yıldızı yeniden parladı. O‘nu 1989 yılında Emniyet Müdürlüğü kadrosuna alıp, Mardin’e Emniyet Müdürü olarak atayanın da  Abdülkadir Aksu olduğu iddia ediliyordu.

                  Aksu, Celalettin Cerrah’ı İstanbul’a Emniyet Müdürü, Muammer Güler’i de vali olarak atadı. Bu ikilinin İstanbul’da buluşturulmaları, bir “Gladio Operasyonu” idi. Bu ikili İstanbul’da göreve başlayınca; Gladio, İstanbul’u esir aldı. İstanbul bir suç merkezi oldu. Fuhuş, uyuşturucu, hırsızlık, kap-kaç, terör İstanbul halkını esir aldı. Yahudilere ait Sinagoglar bombalandı, 54 kişi öldü. Birçok polis merkezine bombalar atıldı. Hrant Dink öldürüldü.

                 Emniyet Genel Müdürlüğü’nün o tarihlerde yayınladığı bir raporda; “İstanbul, suç oranı en yüksek il” konumundaydı. Şu anda da Celalettin Cerrah, Hrant Dink cinayetinden yargılanıyor.

                   Ak Parti hükumeti, Celalettin Cerrah ve Muammer Güler’i İstanbul’dan uzaklaştırmak için çok uğraştı. Burhan Kuzu başkanlığında bir heyet oluşturdular, İstanbul’daki çete suçlarını araştırdılar. Bu komisyonda İstanbul’da yaşanan çete operasyonlarına bir çözüm bulamadı. Sonunda Celalettin Cerrah’ı, Osmaniye’ye vali atayarak, İstanbul’dan zorla uzaklaştırdılar. Kim devreye girdiyse; Muammer Güler’in önü de birden açıldı. Kamu Müsteşarlığı ve milletvekilliği derken, İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturtuldu. “17-25 Aralık Operasyonu” ile de yükselişi sona erdi.

                    Celalettin Cerrah ve Muammer Güler’in “Hrant Dink cinayetinde ‘kilit rolde’ oldukları, hem Sinagoglar bombalanırken, hem de Hrant Dink öldürülürken, olayları önceden bildiği için, Celalettin Cerrah’ın yurt dışına “maç” izlemeye gittiği” iddia ediliyor.  

                      Bugün kamuoyunda ve basında; Celalettin Cerrah- Muammer Güler ikilisinin “nereden kazandıkları bilinmeyen” servetleri tartışılıyor. Olayları daha iyi kavramanız için biraz geriye gitmek istiyorum.

                     14.08. 1991 günü, İçişleri Bakanlığı, Müsteşar Yardımcısı Hamdi Ardalı’yı ziyaret etmiş, O’na bir çete dilekçesi sunmuştum. Ardalı, dilekçemi okuyunca; Sivas Emniyet Müdürünü aramış, O’nun, İçişleri Bakanlığı APK Daire Başkanı Ali Pıtırlı’nın ismini vermesi üzerine de, Ali Pıtırlı’yı aramıştı.

                    Ali Pıtırlı’nın, Ardalı’ya verdiği bilgiler üzerine, Ardalı’nın hızı kesilmiş, dilekçemi bana vererek, “götür Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ver” demişti.

                    Dilekçeyi, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne vermiş, Sivas’a dönmüştüm. Çetenin üzerine gidilmesini bekliyordum.

                    Sivas’ta çetenin üzerine gidilmesini beklerken; İçişleri Bakanlığı-Personel Daire Başkanı İbrahim Güler’in, tarafıma gönderdiği bir resmi yazı üzerine şok olmuştum.

                    İbrahim Güler, bana gönderdiği 20.08.1991 tarih ve 204106 sayılı yazısında; “Sivas Emniyet Müdürlüğü, 1. Şube Müdürü  Zekai Serici hakkında soruşturma açılmasına gerek görülmemiştir” diye yazıyordu. Marifetlerini anlatmaya çalıştığım Zekai Serici hakkında, İçişleri Bakanlığı bir işlem yapamıyordu.

                   Bu yazı üzerine tekrar Ankara’ya gitmiş, bazı incelemeler yapmıştım. Bu inceleme sırasında; “APK Başkanı Ali Pıtırlı’nın, İçişleri Bakanlığı Personel Genel Müdürü Muammer Güler ve Personel Daire Başkanı İbrahim Güler’in, Gladio ile bağlantılarının olduğu, Gladio’cu askerler tarafından kullanıldıkları” iddiaları ile karşılaşmıştım.

                    Muammer Güler’i 1992 yılında vali koltuğuna oturttular. Niğde, Kayseri, Gaziantep, Samsun ve İstanbul valiliklerinden sonra, İçişleri Bakanlığı koltuğuna kadar yükselttiler.

                     Bir başka anıma geçiyorum;

                     Ak Parti’nin kurulduğu günlerde idi; Ak Parti’nin Ankara/Balgat’taki Genel Merkezine gitmiş, Abdüllatif Şener’i ziyaret etmiştim. Şener’in makamına girdiğimde yanında üç tane de misafiri vardı. Şener, hal-hatır sorduktan sonra; “Salman Bey, çalışmalar nasıl gidiyor, yeni bir kitap var mı”? Diye sordu.

                    “Evet var, bilmeceyi çözdüm. Derin Devlet’in perde arkasında Masonlar ve Sabetayistler var” diye cevap verince,

                      Şener’in misafirlerinden biri sinirlenerek, ayağa kalktı, bana dönerek;

                      “Ne demek bu? Biz de Masonuz” diye ilginç bir cevap verdi.

                       Abdullatif Şener, gülerek; “teşekkür ederim Salman Bey, sayende, etrafımızadaki Masonları yavaş yavaş tanımaya başladık” deyince, o misafirler iyice sinirlendiler ve Şener ile tokalaşmadan, bir şey söylemeden hızla odayı terk ettiler.

                       Şener’e, “kim bunlar? Tanıyor musun? Diye sorunca;

                       Şener; “Bizim partinin kurucularından, galiba Yozgat’lılar” dedi.

                        İlk “şoku” o gün yaşamıştım. Masonların ve Sabetayistlerin, her kuruma ve her partiye sızdıkları gibi, Ak Partiye’de sızdıklarını anlamıştım.

                      Ak Parti iktidar olup, Abdullatif Şener gibi, dürüst bir politikacı Başbakan Yardımcısı olunca sevinmiştim. Fakat, “Derin Devlet bağlantısı olduğu” iddia edilen, Abdülkadir Aksu İçişleri Bakanı olup, Muammer Güler ve Celalettin Cerah’ı  İstanbul’a atayınca; ikinci şoku da o zaman yaşamıştım. O günden sonra, Ak Parti hükumetlerinin de, diğer hükumetler gibi; Derin Devlet’i tasfiye edemeyeceğini  sezinlemiştim. Yine de umudumu koruyordum.

                         Yeni Akit gazetesinde yer alan bir haberde; “Abdülkadir Aksu’nun, bazı paşalar ile “Büyük Kulüp” üyesi olduğu, Mason olabileceği” iddia ediliyordu. Yalçın Küçük’te Sabetayist kökenli olduğunu iddia ediyordu.

                          Ak Parti iktidar olunca,  Ak Parti’ye oy versin, vermesin kamuoyunda; Ak Parti’nin Derin Devleti tasfiye edeceği, Derin Devlet cinayetlerini aydınlatacağı” beklentisi oluşmuştu. Bir eğitimci olarak, bu beklentiyi, toplumun her kesiminde gözlemliyordum. Buna bir örnek vermek istiyorum;

                           Hanefi Avcı, KOM Daire Başkanı olunca; bir gün ziyaretine gitmiştim, o ziyaret sırasında, karşılaştığım bir polis şefi bana şöyle demişti;

                          “Ak Parti’nin iktidar olması ve Hanefi Bey gibi dürüst bir arkadaşımızın KOM Daire Başkanlığı’na getirilmesi, Derin Devlet’in tasfiyesi açısından Türkiye’nin son şansı. Bu şans iyi değerlendirilemezse, Türkiye’nin Derin Devletin elinden kurtuluşu yoktur…”

                            Derin Devlet’in tasfiyesi şöyle dursun, Hanefi Avcı, yazdığı bir kitap nedeniyle kodese tıkıldı. Faili meçhul cinayetler ve terör olayları aynen devam etti. Ak Parti; halkın 13 yıllık büyük desteğine rağmen, Derin Devlete ve Derin Devlet’in işlediği cinayetlerin dosyalarına dokunamadı. Bu şans değerlendirilemedi, hem kendilerine, hem de ülkeye yazık ettiler.

                            “Derin Devlet Cinayetleri”nin aydınlatılmasını en çok da Sivas halkı istiyordu. Son çare olarak; bir heyet oluşturdular, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü ziyaret ederek; hiç olmazsa, “Madımak ve Başbağlar” dosyalarının açılmasını, perdenin arkasının aralanmasını” istediler.

                           Abdullah Gül’ de bu talep üzerine; Devlet Denetleme Kurulu’na “Madımak ve Başbağlar” katliamlarını inceleme talimatı verdi. Ne yazık ki, Devlet Denetleme  Kurulu’da toplumun hayallerini yıktı. Bu dosyaları açamadı, “Dağ fare doğurdu.” O “raporu” hazırlayan müfettişlerin “kimliğini” merak ediyorum. O müfettişler; benim yanıma gelselerdi, bu yazımın bir suretini “ifade” olarak kendilerine verirdim.

                           2016 yılının Ocak ayı Türkiye’sinden geriye doğru baktığımda ve yaşanan olayları incelediğimde; KOM Daire Başkanlığı’nda o sözleri söyleyen polis şefinin “öngörüsü”nün ne kadar doğru ve haklı olduğunu görüyorum ve ülkem adına üzülüyorum, vijdanım sızlıyor…

                           17- 9 Ocak 1996 tarihinde İstanbul’da Özdemir Sabancı,Haluk Görgün ve Nilgün Hasefe’yi öldürdüler. Cinayete”DHKP-C imzası” attılar. Cinayeti DHKP-C’li olduklarını iddia ettikleri; Mustafa Duyar, İsmail Akkol ve Fehriye Erdal’ın işlediğini kamuoyuna açıkladılar. Bu teröristlerin Sivas’a kaçtıklarını iddia ederek, yeniden Sivas Bölgesi’nde kanlı bir “kıyım” başlattılar. Alevi-Sünni çatışması çıkarmaya uğraştılar. O tarihte,  DSP milletvekillerinin hazırladığı bir rapora göre; “Beyaz  Toros”lu JİTEM’ciler  ile işbirliği yapan PKK, DHKP-C ve TİKKO terör örgütü mensupları tarafından  Sivas’ta 80 (seksen) Alevi köyünün boşaltıldığı” iddia edildi. İşkenceler, köy boşaltmalar gırla gitti.

                        Sabancı cinayetinde yer aldığını iddia ettikleri; Sivaslı Fehriye Erdal ve İsmail Akkol’u yurt dışına kaçırdılar. Fehriye Erdal Hollanda’ da yakalandı, sonra yine kayıplara karıştı.

                      Mustafa Duyar’ı, ise, JİTEM “tetikçisi ve tahsilatçısı”  Yeşil kod adlı Ahmet Demir’e, Suriye’den getirttiler, “İtirafçılık Yasası”ndan yararlandırmak istediler, kamuoyunun baskısı sonucu, bunu başaramadılar. O günlerde gazeteci Can Dündar; “Mustafa Duyar ile konuşmak için dönemin Adalet Bakanı Hasan Denizkurdu’ndan izin aldığını, fakat Ceza Evleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun’un bu görüşmeyi engellediğini” yazdı. Mustafa Duyar’ın konuşacağını, gerçekleri açıklayacağını anlayınca, O’nu Afyon cezaevinde “Karagümrük Çetesi” elemanları; Nuri ve Vedat Ergin kardeşlere öldürttüler.

                     Mustafa Duyar ve “Ergin Kardeşlerin” Afyon cezaevinde buluşturulması “Organizasyonu”nda, o tarihlerde Adalet Bakanlığı, Ceza Evleri Genel Müdürü olan Ali Suat Ertosun’un kullanıldığı,  Ali Suat Ertosun’un da “Gladio elemanı” olduğu basın organlarında ve çeşitli kaynaklarda iddia edildi.

                     Gladio’nun, Jandarma kanadının “organize”  ettiği 2000 yılında yapılan “Hayata Dönüş Operasyonu”nda 32 kişi öldürüldü, yüzlercesi yaralandı. Geriye kalanlara da, “çeşitli ilaçlar verilerek”; biliçlerini kaybettikleri ve “korsakof hastalığı”na yakalandıkları iddia edildi. Toplamda; “Hayata Dönüş Operasyonu” sonucu 105 gencin hayatını kaybettiği açıklandı. Sakat kalanlar, felç olanlar bu faturaya dahil değil. Bu “operasyon”da da Ali Suat Ertosun’un jandarma komutanları ile “işbirliği” yaptığı iddia edildi.

                     O dönem de, Adalet Bakanlığı’nda “Gladio’cu askerler ile “işbirliği” yaptığı iddia edilen iki isme dikkat çekiliyordu; Birinin Abuzer Duran, diğerinin ise Ali Suat Ertosun olduğu iddia ediliyordu. Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Ali Suat Ertosun’a, bu “hizmetlerinden” dolayı, bir de “Devlet Madalyası” taktı.

                  Şemdinli’de, “PKK imzası” kullanarak, mısır patlatır gibi bombalar patlatırken, “suçüstü” yakalanan Kontrgerillacı Başçavuş Ali Kaya’nın ilişki ve irtibatlarını soruşturan savcı Ferhat Sarıkaya, Yaşar Büyükanıt ismine kavuşunca; Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Ferhat Sarıkaya’yı meslekten ihraç ettirdi. Bu olayda kamu vijdanını yaraladı. Cemil Çiçek’in de “askerlerin adamı” olduğu iddia ediliyor.

                 18- 1990 yılında Sivas’ta Emniyet ve Jandarmadan sorumlu vali yardımcısı olarak görev yapan Mehmet Nuri Gül’e o tarihlerde Sivas Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şube Müdürü olan Zekai Serici kanalıyla kanca takarak, ona şantaj yaparak, bazı işlerde kullandılar.

                   Mehmet Nuri Gül, Bursa/İnegöl kaymakamlığı yaparken, 24 Aralık 1997 tarihinde “gece” İnegöl Kaymakamlığı’na götürerek öldürüp, kaymakamlığın üçüncü katının penceresinden attılar. Basına, “kaymakam Mehmet Nuri Gül’ün intihar ettiğini” açıkladılar. O tarihte, Orhan Taşanlar’da Bursa valisi idi.

                 Aynı yöntemi İnegöl Kaymakamı İsmail Akay’a da uyguladılar. İsmail Akay, İnegöl kaymakamı iken, Karamürsel’e sürgün ettirdiler. Karamürsel’de görev yaparken, öğle paydosunda makamında jandarmalarca öldürüldüğü ve  kaymakamlığın penceresinden atılarak, olaya intihar süsü verildiği iddia edildi.

                  Bazı kaynaklar; İnegöl’ün önemli bir “Gladio merkezi” olduğunu, Sivas-İnegöl arasında yoğun bir uyuşturucu trafiği bulunduğunu, Doğu ve Güney Doğu’dan çetenin Türkiye’ye soktuğu uyuşturucunun bir kısmının Sivas üzerinden, İnegöl’e gönderildiğini, oradan da yurt dışına sevk edildiğini” iddia ediyorlar. Hatta, bu uyuşturucuların “mobilya kamyonları ile taşındığı da iddialar  arasında.

                   19-Bu çetenin “93 Muhacirleri’nin Karslı”lar kolundan olan Kars/Kağızmanlı Semih Tufan Gülaltay’ı kullanarak 12.05.1998 tarihinde Ankara’da İnsan Hakları Derneği Genel Mekezi’nde Akın Birdal’ı kuşunlattılar. Tetikçilerden Bahri Eken de Sivas/Merkez İşhan Köyü nüfusuna kayıtlı idi. Ailesi “Selanik Muhacirleri”nden idi. Olayın yine Sivas bağlantısı vardı. Semih Tufan Gülaltay’ın babası, bir dönem, İstanbul’da yaşayan Kağızmanlı’ların Dernek Başkanlığını yürütüyordu.

 

                  20- Diyarbakır’da dürüst ve namuslu çalışmalar yapan, JİTEM’in uyuşturucu bağlantılarını ve Hizbullah’ı yönettiğini tesbit eden Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ı aynı yöntemleri kullanarak 24 Ocak 2001 günü öldürdüler. Olaya “Hizbullah” imzası attılar.

                   21-Necip Hablemitoğlu’nu 18 Aralık 2002 tarihinde  Ankara’da  yine “akşam karanlığı”çökünce evinin önünde öldürdüler. Necip Hablemitoğlu’nun, “Köstebek” adlı kitabında; Fettullah Gülen Cemaati’nin bağlantılarını açıkladığı için öldürüldüğü basın organlarında iddia ediliyor.” Dosyanın yeniden açıldığı haberleri yine basında yer alıyor.

                   22-Aynı Çetenin “93 Muhacirleri’nin Karslılar” kolundan Kars/Kağızmanlı Osman Yıldırım’ı kullanarak; Osman Yıldırım’ın kontrolundaki bazı “Karslı”lara İstanbul’da Cumhuriyet gazetesini bombalattılar. Bu bombalar atılırken de Celalettin Cerah İstanbul Emniyet Müdürü idi.

                  Cumhuriyet gazetesinin bombalanmasından sonra, aynı Osman Yıldırım’ı kullanarak, “Danıştay Saldırısı”nı tertiplediler. 17 Mayıs 2006 tarihinde Danıştay İkinci Dairesi üyelerine kurşun sıktırdılar. “Tetikçi”olarak Alparslan Arslan isimli şahsı kullandılar. Olayda; İkinci Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin öldü, 4 kişi yaralandı. Osman Yıldırım ile Semih Tufan Gülaltay  irtibat halinde çalışıyorlar. Her iki ailenin de Sabetayist kökenli oldukları iddia ediliyor.

                   Osman Yıldırım’ı kullanarak, Danıştay davasını Ergenokon Davaları ile birleştirdiler. Olayı Ergenokoncuların üzerine yıkmaya çalıştılar, başaramadılar.

Saldırının “kilit ismi” Osman Yıldırım’ı İtirafçılık Yasasından yararlandırdılar, Devletin hazinesinden, O’na maaş bağlattılar, bir de ev aldılar, ortadan kaybettiler.

                   23-  Aynı Çetenin “Karslılar” kolundan Kars/Çıldır doğumlu, DHKP-C terör örgütü üyesi olduğunu iddia ettikleri Eyüp Beyaz’ı “canlı bomba” olarak kullanarak 1 Temmuz 2005 tarihinde Adalet Bakanlığı koridorunda bir bomba patlattılar. Eyüp Beyaz’ı kurşunlayarak öldürdüler, sırları ile mezara gömdüler.

                    Bombanın patlatıldığı saatlerde; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da  “Genelkurmay Karargahı”na davet edilerek, kendisine “Terör Brifingi” verildiği basın organlarında yer aldı.

                    O tarihlerde; Adalet Bakanı olan Cemil Çiçek de “Terörle Mücadele Yasası” üzerinde bazı değişiklikler yapmak için çalışıyordu. Bombanın amacının; Cemil Çiçek’i korkutarak, “Terörle Mücadele Yasası”nda istedikleri değişiklikleri yaptırmak olduğu iddia edildi.

                    24-19 Ocak 2007 tarihinde gazeteci Hrant Dink’i  İstanbul’da öldürdüler. Olayı iki gencin üzerine yıktılar. Hrant Dink’in öldürülmesinden önce Malatya’da “Zirve Yayınevi”nde bir katliam yaptırdılar. Trabzon’da Rahip Santaro’yu öldürttüler.

                     Hrant Dink cinayetinde birçok kamu görevlisi yargılanıyor. Yargılananlar arasında Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ta var. –Nedense-bu cinayette de, Gladio’nun “askeri kanadı”na dokunulamıyor. Oysa, “Karargah’ın emri ve okeyi olmadan Hrat Dink öldürülemezdi.

                     25-Aynı çetenin elemanlarından DHKP-C üyesi olduklarını iddia ettikleri Bahtiyar Doğruyol ve Şafak Yayla isimli “tetikçileri” kullanarak, 3 Nisan 2015 günü İstanbul/Çağlayan Adliyesinde savcısı Mehmet Selim Kiraz’ı öldürttüler.

                      Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın, “Gezi Olayları” sırasında öldürülen Berkin Elvan dosyasını aydınlatmak üzere olduğu için öldürüldüğü iddia edildi.  Tetikçilerden Bahtiyar Doğruyol’da çetenin “93 Muhacirleri’nin Karslılar” kolundan, Ardahan doğumlu idi. Bu cinayete de “DHKP-C imzası” attılar.

                       26- Aynı çete, 25 Mart 2009 tarihinde, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarını öldürdü.

                        “Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının bindikleri helikopterin  Gladio çetesi tarafından düşürüldüğü, organizasyonda; Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Dairelerinde görevli bazı subayların ve bunların Sivas bağlantılarının da görev aldığı, helikopteri düşüren askeri uçaklardan birinin Suriye sınırında, birinin Osmaniye’de, birinin de Sivas/Kangal da düşürülerek, izlerin kaybedildiği” bizzat Büyük Birlik Partisi yetkilileri ve bazı basın organları tarafından iddia ediliyor. BBP yetkilileri bu bilgileri “askeri kaynaklardan” aldıklarının da altını çiziyorlar.  

                         Askeri uçakların düşürüldüğü yerler de dikkat çekiyor. Suriye sınırında düşürülen uçak “kim vurduya gitti,” izi kayboldu. Osmaniye’de o uçak düşürüldüğü zaman, Gladio çetesi ile bağlantısı olduğu iddia edilen, Sivas ve İstanbul eski Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, Osmaniye valilik koltuğunda oturuyordu. Uçağın düştüğünü de basına o açıkladı. O uçağın da izi kayboldu. Sivas, zaten Gladio çetesinin kontrolu altında tutuluyor, Gladio’nun Sivas’ta işlediği cinayetlerin aydınlanma imkanı yoktur. Kangal’da düşürülen uçağın da izi kayboldu. Yazıcıoğlu cinayeti de küllendirildi.

                          2000 yılında “Ankara Çetesinin Vatan Kurtarma Operasyonları” isimli kitabım yayınlandıktan sonra, gazeteci İsmail Güneş, bir gece yanında bir arkadaşı ile evime geldi. Benimle kitap hakkında bir röportaj yaptı, bazı resimlerimi çekti. Evimden dışarı çıkınca, evimi gözetim altında tutan “çeteci polisler” hemen İsmail Güneş’in üzerine atlayarak, üzerindeki makinesini almak istediler, üzerini aradılar. İsmail’i tehdit ettiler. İsmail Güneş’in benimle yaptığı o röportajın bir kısmı ve çektiği resimlerin bazısı, 12 Şubat 2000 tarihli Aksiyon dergisinde  “Çetenin İzinde” başlığı altında haber olarak  yayınlandı. Bu olaydan sonra İsmail Güneş ile karşılaştığımızda; “çete faaliyetleri yürüten  bu polisler tarafından takip edildiğini, telefonlarının dinlendiğini bana defalarca anlatmıştı.

                         İşte bu nedenlerle İsmail Güneş’in o gün Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinde bulunması ve birlikte öldürülmesi bir  tesadüf değildi,  Gladio’nun “Sivas kolu”nun organizasyonu idi.

                         28- “Ergenokon Operasyonları” devam ederken, aynı çete, 25 Şubat 2009 gecesi Emniyet Genel Müdürlüğü, Özel Harekat Dairesi Başkanı Behçet Oktay’ı Ankara’da öldürttü. Behçet Oktay’ın, 1994 yılında Sivas/Zara kırsalında öldürülen Sivas Özel Hareket Şube Müdürü Başkomiser Fethi Akyüz’ün akrabası olduğu iddia ediliyor. İkisi de Hekimhanlı. İkisinin de Gladio çetesi tarafından öldürülmesi tesadüf değil. Her ikisinin de çete hakkında önemli bilgilere sahip oldukları iddia ediliyor. Belki de; Behçet Oktay’ın, Fethi Akyüz cinayeti hakkında da bildikleri vardı.

                          Basında yer alan haberlere göre; “Behçet Oktay’ın öldürülmeden 6 gün önce telefonlarının, o dönem Emniyet Genel Müdürlüğü, İstihbarat Dairesi Başkanı olan Ramazan Akyürek tarafından dinlemeye alındığı, öldürülmeden 4 gün önce de İzmir milletvekili- emekli polis şefi- Recai Birgün’ün Behçet Oktay’ı makamında ziyarete gönderildiği,  öldürüleceği akşam, Ankara/Çankaya’da Marina Restoran da; Doktor Mücahit Pehlivan, Emniyetçiler; Mehmet Yasak, Nusret İnce ve Recai Birgün’ün de katıldığı  içkili bir yemeğe davet edildiği, bu yemekte içkisine uyuşturucu katılarak, uyuşturulduğu, dışarı çıkarıldığı, dışarıda kafasına bir kurşun sıkılarak öldürüldüğü, olaya intihar süsü verildiği” iddia ediliyor. Ramazan Akyürek, şu anda Hrant Dink cinayetinden dolayı tutuklu bulunuyor.

                        Şimdi soruyorum; Behçet Oktay’ın telefonları neden dinlemeye alınmıştı? Recai Birgün, Behçet Oktay’ı öldürülmeden 4 gün önce niçin ziyaret etmişti? O’na neler sormuştu? Neler konuşmuşlardı. Gladio’cuların kullandığı yöntemlerden biri de öldürecekleri kişilere bazı” ziyaretçiler” göndermeleriydi.

                         Recai Birgün’ü, Behçet Oktay’ın yanına gönderenler ile, Marina Restoran’daki “yemeği” düzenleyenler aynı kişiler miydi? Behçet Oktay cinayetinin sırrı, Marina Restoran’daki “yemek masasında” gizli. Recai Birgün ile Ramazan Akyürek ve diğer ”Gülenci” oldukları iddia edilen polis müdürleri arasında ne tür ilişkiler mevcut?

                          Behçet Oktay cinayetinden  9 yıl geriye gidelim. 2000 yılında yayınlanan “Ankara Çetesinin Vatan Kurtarma Operasyonları” isimli kitabımda; “Bahriye Üçok,Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve Eşref Bitlis” cinayetlerini Gladio çetesinin işlediğini, Madımak Oteli’ni de aynı çetenin yaktırdığını, Başbağlar katliamını ve Bingöl’de 33 askerin öldürülmesini de aynı çetenin gerçekleştirdiğini, bu olaylar arasında ilginç bağlantılar olduğunu, perdenin arkasında Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Dairelerinde görevli bazı istibaratçı subayların ve bazı emniyet mensuplarının olduğunu”açıklamıştım. Paniğe kapıldılar, hemen kitabıma toplatma kararı aldırdılar.

                        Bu cinayetlerle ilgili olarak, Akit gazetesi Ankara temsilcisi Serdar Arseven’e de bir röportaj vermiştim. Bu röportaj; 14 Mayıs 2000 tarihli Akit gazetesinde; “Ankara Çetesinin Vatan Kurtarma Operasyonları kitabının yazarı:

                         ‘Mumcu’yu Ankara Çetesi öldürttü’” başlığı altında haber olarak yayınlanmıştı. Bu haberden sonra Gladio’cular iyice kudurdular, o günkü Akit gazetesine “toplatma kararı” aldırdılar. Arkasından,  aralarında Recai Birgün’ün de bulunduğu bir grup polise “Umut Operasyonu” adında “Çakma” bir operasyon yaptırdılar ve; “Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerini ‘Selam Tevhid Kudüs Ordusu’ isimli ‘İslami’ bir örgüte üye olan kişilerin işlediği” yalanını kamuoyuna yutturmaya çalıştılar. Fakat kamuoyu bu yalanı yutmadı. Oysa, Emniyet uzmanları “böyle bir örgütün olmadığını, Ankara/Sincan’da ele geçirildiği iddia edilen örgüte ait silahların da, ‘Operasyon’u yapan polisler tarafından toprağa gömüldüğünü” iddia ettiler.   

                             Fettullah Gülen Cemaati’ne bağlı bazı kişilerin “Gladio bağlantıları” ortaya çıkınca ve bunlar “parelel yapı” olarak tanımlanınca, bu Cemaat mensuplarına bazı “operasyonlar” yapılmaya  başlandı. Bu operasyonlar sırasında; “Selam Tevhid Kudüs Ordusu” adlı paravan örgütün ismi yeniden basının gündemine oturdu. Bu örgütün ismi kullanılarak; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere yüzlerce kişinin telefonlarının dinlendiği ortaya çıktı. Bu dinleme kararlarını veren; 54 hakim ve savcının 49’u HSYK 2. Dairesi tarafından açığa alındı, bazıları yurt dışına kaçtı, soruşturmalar devam ediyor. Benim de 1988 yılından bu yana telefonlarımı dinliyor, günlük yaşantımı izliyorlar. Faka bastıracak “şantaj” arıyorlar.

                           Böylece, 2000 yılında; “Çakma Umut Operasyonu”nda Selam-Tevhid-Kudüs Ordusu” terör örgütü paravan ismini kullanan polis Şefi Recai Birgün ve arkadaşları  ile, 2014 yılında aynı ismi kullanarak yüzlerce kişinin telefonlarını dinleyen“Gülen Cemaati” mensubu oldukları iddia edilen polis müdürleri arasındaki “derin ilişkiler”, Behçet Oktay cinayeti ile bir daha gün yüzüne çıkmış görünüyor. Peki, 2000 yılındaki “çakma Umut Operasyonu”nu yapan Recai Birgün’ün  polis arkadaşları  kimlerdi? Bu “operasyon”nun emrini kimler vermişti? Recai Birgün, Gladio’nun neresinde?

                            Devam ediyorum;  JİTEM itirafçıları; Murat İpek ve Murat Demir, gerek bazı basın organlarına yaptıkları açıklamalarda, gerekse TBMM Uğur Mumcu Cinayetini Araştırma Komisyonu’na verdikleri ifadelerinde; “Uğur Mumcu cinayetinde, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde görevli bazı polislerin de görev aldığını, bu polislerden birinin ‘Kel Hayri’ lakaplı polis memuru olduğunu, Mumcu’nun son çalışmalarına ait kaset ve disketlerin gazeteci Mehmet Güç tarafından ele geçirildiğini” açıklamışlardı.

                            Yaptığım incelemede;  “Kel Hayri” lakaplı polis memurunun, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde çalışan, Hayrettin Özdemir olduğu, Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden 6 gün sonra, Terörle Mücadele Şubesi’nde görevlendirildiği, daha sonra da Mumcu cinayetini soruşturmakla görevlendirildiği, cinayeti yanlış yöne kanalize ettiği, gerçek katillere ulaşılmasını engellediği” iddia ediliyordu.

                           Bu bilgileri “Ankara Çetesinin Vatan Kurtarma Operasyonları” isimli kitabımda yayınlayınca,  Hayrettin Özdemir, Ankara’da trafik kazası süsü verilerek öldürüldü. Gladiocu’ların;  “kullan” ve “yok et” kuralı, Hayrettin Özdemir’e de uygulandı.

                           Ankara’da, Uğur Mumcu’nun, ağabeyi Ceyhan Mumcu ile görüşmüş, O’na iki soru sormuştum;

                           Birinci sorum şuydu; Uğur’un son çalışmaları nerede? Elinizde bir belge var mı. Uğur Mumcu’nun son çalışmaları Abdullah Öcalan-Genelkurmay İstihbarat Dairesi arasındaki ilişkilere ait idi

                          Ceyhan Mumcu şöyle demişti; “Uğur’un son çalışmalarına ait kaset ve disketleri Mehmet Güç, ‘Ali Kırca ile ATV televizyonunda yayınlayacağız’ diyerek Uğur’dan almış. Kendisinden istiyorum vermiyor, bu yüzden kendisi ile de kavga ettik” demişti. Mehmet Güç, Uğur Mumcu’yu defalarca ziyaret etmişti.

                         İkinci sorum ise şuydu; “Hayrettin Özdemir isminde bir polis memuru tanıyor musun? Bu isimle hiç karşılaştın mı?

                         Ceyhan Mumcu şöyle demişti;  “Evet, tanıyorum. Uğur’un soruşturmasını yürütüyor. Delilleri yok ediyor, cinayeti yanlış yöne kanalize ediyor, O’nunla da bu yüzden tartıştık” demişti. Bu bilgileri de “Ankara Çetesinin Vatan Kurtarma Operasyonları” isimli kitabımda açıklamıştım.

                        Ceyhan Mumcu’nun bu sözleri, Murat İpek ve Murat Demir’in sözlerini doğruluyordu.  

                        Ankara’da bazı kaynaklar; “ Ali Kırca ve Mehmet Güç kullanılarak, Uğur Mumcu’nun, son çalışmalarına ait kaset ve disketlerin, ele geçirilerek,  Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Daireleri’nde görevli bazı subaylara verildiği, bunun üzerine; Uğur Mumcu’nun  ‘öldürülme kararının verildiği” iddia ediliyordu.

                        Şimdi bir soru daha soralım; acaba,“Umut Operasyonu”nu yaptıranlar ve yapanlardan da Uğur Mumcu cinayetinde görev alanlar olmuş muydu? Recai Birgün’ün telaşı neden idi?

                          Recai Birgün, Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden 18 yıl sonra dahi, “çakma” Umut Operasyonu’nu pazarlamaya devam ediyordu. Uğur Mumcu’nun 18. Ölüm yıldönümünde; Takvim gazetesinin Ankara temsilcisi Mehmet Çetin Güleç’i ziyaret etmiş, 24 Ocak 2011 tarihli Takvim gazetesine; “Suikastin Anatomisi” manşetini attırmış, yine bir kahraman edasıyla “çakma”Umut Operasyonu’nu savunuyor, yine “İslamcı”ları hedef gösteriyordu.

                          Peki, “Çetingüleç” ile “Birgün” arasındaki bu dostluk nereden kaynaklanıyordu? Takvim gazetesinin yeni patronunun “İslamcı” kimlikli olmasına rağmen, Takvim gazetesi; “Masonların ve Sabetayistlerin Derin Devleti”ne hala hizmet sunmaya niçin devam ediyordu? Sabah grubunda, Dinç Bilgin kalıntısı, Sabetayistler  kimlerdi?

                         “Umut Operasyonu”ndan sonra Recai Birgün’ün yükselişi dikkat çekiyordu, önü açılmıştı. Önce, Bülent Ecevit’e “koruma müdürü” yapılmış, daha sonra da Bülent Ecevit tarafından milletvekili seçtirilmişti.

                           “Umut Operasyonu” yapılırken de Bülent Ecevit Başbakan idi. Basında yer alan haberlere göre; “Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu, Başbakan Bülent Ecevit’i ziyaret etmiş; ‘Uğur’un katillerini bulun’ demişti. Bülent Ecevit’in de ; “Canım, senin kocan da ‘arı kovanına çomak soktu’” gibi sözlerle cevap verdiği iddia ediliyordu. Kontrgerilla’yı Türk kamuoyuna ilk açıklayan Bülent Ecevit, “Kontrgerilla cinayetlerinin” dosyasını neden açmak istemiyordu acaba?

                        Eskişehir Muhacirlerinden Sabetayist kökenli Sivas valisi Aydın Güçlü’nün  Sivas’ta dost sohbetlerinde; “Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Ecevit’ de, bizim ‘Tarikat’ın mensubu, zaman zaman toplantılarımıza katılır” dediği iddia ediliyordu. Bülent Ecevit’in, Derin Devlet’in işlediği cinayetlerin dosyalarını açamamasında Rahşan Hanım’ın “Tarikat”nın  bir rolü var mıydı?  

                       Ankara Cumhuriyet savcısı Doğan Öz’de; 1978’de Ecevit’e bir “Kontrgerilla Raporu” sunduktan sonra, Kontrgerillacı’lar tarafından öldürülmüştü.

                       29- Gladio’cular, 20 Temmuz 2015 günü Şanlıurfa/Suruç’ta bir bomba patlattılar, 31 kişiyi öldürdüler. 10 Ekim 2015 günü de Ankara tren garında iki bomba patlatarak 102 kişiyi öldürdüler. Bu iki olaya da IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) imzası attılar. Bu iki olayın perde arkasında da Türk Giladio’sunun parmağı olduğu iddia ediliyor.

                      El Kaide ve IŞİD isimli “İslami” kimlikli olduğu iddia edilen örgütlerin nasıl doğduğuna da kısaca değinelim;

                      3 Aralık 1989 tarihinde ABD Başkanı George Buch ve Sovyetler Birliği Kominist Partisi Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov, Malta’da bir araya gelerek;  İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlatılan “Soğuk Savaş”ın sona erdiğini açıkladılar.

                       Nato ülkeleri ve Sovyetler Birliği arasındaki “Soğuk Savaş”ın sona ermesinden sonra; başını ABD ve İsrail’in çektiği “Küresel Siyonist Çete”, İslam’a ve İslam ülkelerine karşı bir savaş başlattılar. Bu savaşın iki amacı vardı; birinci amaç, İsrail Yahudi Devleti’nin güvenliğini garanti altına almak, ikincisi ise, Ortadoğu petrollerini kontrol altında tutmak idi.

                         “İslamla Savaş” başlayınca; CIA ve MOSSAD tarafından kurulan El Kaide adlı “İslami” kimlikli olduğu iddia edilen terör örgütü 1989 tarihinden itibaren piyasaya sürüldü.

                           İslamla savaş’ın ilk ateşi Türkiye’de yakıldı; CIA ve MOSSAD’a bağlı olarak çalışan Türk Gladiosu; 1990 yılından itibaren Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı gibi laik aydınları öldürerek, 1993 yılında Sivas Madımak Oteli’ni yaktırarak bu cinayetleri “İslamcı”ların üzerine yıktılar.

                           Amerika’nın Irak’ı işgali ile de 2004 yılından itibaren yine CIA ve MOSSAD tarafından kurulan IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) adlı ikinci “İslami” kökenli olduğu iddia edilen terör örgütü devreye sokuldu. Hatta, bazı Gladiocu Türk subaylarının İŞİD üyelerini Kuzey Irak’ta eğittikleri de zaman zaman bazı basın organlarında iddia edildi.

                         Şimdi de “IŞİD ile mücadele gerekçesi ile;  Sovyetler Birliği ve Nato ülkeleri Suriye’yi ve Doğu Akdeniz’i “işgal” ettiler.

                          “Türkiye IŞİD’e destek veriyor” diyerek ki, -bu desteği Türk Gladiosu veriyor-Türkiye ile komşuları; İran’ın, Irak’ın ve Suriye’nin arasını açtılar. Rusya uçağının düşürülmesi ile de Rusya ile Türkiye’nin arasını açtılar.

                              Türkiye’nin komşuları ile arasını açıp, yalnızlaştırınca da; İsrail ile Türkiye arasında gizli görüşmeler yürütüldüğü ortaya çıktı. İlginçtir; İsrail ile gizli görüşmeler yürüten Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun da Sabetayist kökenli ve İsrail dostu olduğu iddia ediliyor. İş döndü, dolaştı, Yahudi İsrail Devleti’nin çıkarlarına geldi. Bütün bu “sinsi politikaların” perde arkasında; CIA- MOSSAD ve Türk Gladio’sunun “operasyonları” var.

                             Satırbaşları ile açıklamaya çalıştığım bu “operasyonlar” yapılırken; Yahudi Dönmelerinden oluşan Türk Gladio’su da CIA ve MOSSAD ile işbirliği halinde çalıştı. Çünki “ağababaları” onlar, onlara hizmet sunuyorlar.Gerek Türkiye’de, gerek Dünya’da, gerekse Ortadoğu’da CIA ve MOSSAD bir “operasyon” yaparken, Türk Gladiosu’nu, Türk Derin Devletini bunlardan ayrı düşünemezsiniz.  

                            İşte bu nedenlerle; Suruç ve Ankara/Tren garında patlatılan bombalarda “IŞİD İmzası” kullanılması bir tesadüf değil. Kaldı ki; Türk Galdiosu’nun okeyi, onayı ve “organizasyonu” olmadan hiçbir terör örgütü, Türkiye sınırları içinde hiçbir eylem yapamaz.

                            Asıl tehlike ise; bu “operasyonlara IŞİD imzası” atılarak; Türkiye’de Sol ve Alevi kesim ile Sünni kesim arasında bir çatışma çıkarılmasının provaları yapılıyor. Ortadoğu’daki; Şii-Sünni, Alevi Sünni şeklinde sürdürülen “Mezhep Savaşları”  Türkiye’ye taşınmak isteniyor. Nitekim, bazı “IŞİD üyelerinin Sivas’da bazı  Alevi köylerini gezerek, Alevilere ait evlere işaretler koydukları iddia ediliyor. Bu yönde propagandalar yapılıyor. Kabağın yine Sivaslı’nın başında patlatılacağı, çatışmanın da yine Sivas’tan başlatılacağı seziliyor. Sivas’ın ikinci bir “Madımak faciası” yaşamaması için; Sivas Valiliğini, Emniyet Müdürlüğünü ve Cumhuriyet Başsavcılığı’nı bu olayların üzerine gitmeye bir daha davet ediyorum. Aynı “daveti” Madımak Oteli yakılmadan önce de yapmıştım. Uyarılarım dikkate alınmamıştı.  

                             Sivas’ta yürütülen; kadın ticareti, uyuşturucu ticareti, hırsızlık, cinayet ve terör faaliyetleri; Ankara/Batıkent’te aynı faaliyetleri yürüten Genelkurmay İstihbarat subayı Albay Tandoğan Koparal, babası Şükrü Koparal, kız kardeşi ve bunların çete ortakları Şükrü Gürses, Gürses’in oğlu ve damadı Bayram Tekeli, Yunus Erin  gibi isimlerle bağlantılı olarak yürütülüyor. Tabii, çete sadece bunlardan ibaret değil, bunlarla çalışan askeri istihbaratçılar ve Emniyet mensupları da var.

                            Koparal Ailesi Gladio Çetesinin “Selanikli”ler kolundan. Bu aile Selanik’ten gelerek Nevşehir’e yerleşmiş. Bunların çete ortakları  Şükrü Gürses ise Gladio Çetesinin “93 Muhacirleri’nin Karslı”lar kolundan. Her iki ailenin de Yahudi Dönmesi, Sabetayist Tarikatı mensubu oldukları iddia ediliyor. Şükrü Gürses, “Kars”tan göçerek, Ankara/Bala’ya yerleşmiş. Hürriyet gazetesinden emekli olduktan sonra Batıkent’e yerleşmiş. Hürriyet gazetesinin sahipleri ile olan “derin ilişkileri” sayesinde de gazete dağıtım işini almış.

                           Yukarıda isimlerini açıkladığım olaylarda ve bir çok cinayette “”tetikçi” olarak yer alan “Karslı”lar Şükrü Gürses kanalıyla Albay Tandoğan Koparal’a bağlı olarak çalışıyorlar. Albay Tandoğan Koparal’da Genelkurmay İstihbarat Dairesi’ne bağlı olarak çalışıyor. Bu isimler sadece tesbit edebildiklerim.

                         Çetenin üç önemli ayağı var; bir, Genelkurmay İstihbarat Dairesi, iki, Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Dairesi, üç, bunların Emniyet ve MİT içindeki uzantıları. Askeri hiyarerşiye göre; Genelkurmay İstihbarat Dairesi, Genelkurmay İkinci Başkanı’na bağlı olarak çalışıyor. Dolayısıyla Çetenin “Merkezi” Genelkurmay Karargahı.

                       Daha önce Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı, şimdi de Genelkurmay 2. Başkanlığı görevini yürüten Ardahan doğumlu Yaşar Güler’in de “93 Muhacirleri’nin ‘Karslılar’ kolundan olduğu” iddia ediliyor. Yaşar Güler’in “İstihbarat Başkanlığı” ve “İkinci Başkanlık” gibi iki önemli  koltukta oturması kamuoyunun dikkatini çekiyor. Ve, geleceğin Genelkurmay Başkanı olduğu söyleniyor.

                        24 Kasım 2015 günü, Rus uçağı düşürülürken, Amerika Genelkurmay İkinci Başkanı Paul Selva, Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Güler’i ziyarete gelmişti. Bu ziyaret günü, Rus uçağının düşürülmesi ve Rusya ile Türkiye’nin ilişkilerinin bozulması, kamuoyunun ve basının dikkatini çekti. Hükumet çevrelerinden sızan bilgilere göre; “Rus uçağının düşürülmesi ile, Türkiye’nin; ABD ve İsrail tarafından bir oyuna getirildiği” iddia ediliyor. Rus uçağı düşürüldükten sonra, Türkiye-İsrail arasında görüşmelerin başlaması, yine kamuoyunun dikkatini çekti.

                        Kars’ta, Gladio yapılanması en çok, Kars’ın “Kağızman” ilçesinde görülüyor. Sivas’ta fuhuş ve uyuşturucu bataklığına çekilen bazı kadın ve kızlar Kağızman’a götürülüyorlar. Kağızmanlı birçok  kişi cinayetlerde “tetikçi”, fuhuş, uyuşturucu ve hırsızlık faaliyetlerinde eleman olarak kullanılıyor. Kars/Kağızman-Sivas-Ankara/Batıkent-İstanbul hattında ilginç bir çete trafiği var. Kağızman’da sık sık PKK ve DHKP-C terör örgütü mensuplarına eylemler de yaptırıyorlar.

                        Bu, Gladio’cu Kağızman’lıların; “93 Harbi”nden sonra, Rusların, Rusya’dan getirip, Kağızman’a yerleştirdikleri Yahudi kökenli Sabetayist Tarikatı mensubu ailelerden oldukları iddia ediliyor. “93 Harbi”de denilen,1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra; Batum, Kars ve Ardahan gibi bazı illerin kontrolu Rusların eline geçmişti.

                      Genelkurmay İstihbarat subayı Albay Tandoğan Koparal’ın bu “Lağım Çukuru”ndan 100 (yüz ) adet daire ve villa kazandığı biliniyor. Bu dairelerin bir kısmının tapusunun çete elemanları üzerine yapıldığı iddia ediliyor.

                    Bu dairelerin sayısı Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in “Günlükleri”nde 52 (elli iki) adet olarak geçiyor. Bu 52 daireyi tesbit edip, Özden Örnek’e ve dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e bildiren kişi ise Milli Savunma Bakanlığı Teftiş Heyetleri Başkanı Albay Belgütay Varımlı. Belgütay Varımlı, Albay Tandoğan Koparal’ın, kazandığı bu dairelerin sayısını Hilmi Özkök’e bildirmesine rağmen; Hilmi Özkök, Albay Tandoğan Koparal hakkında hiçbir işlem yapmadığı gibi, aynı günlüklerde yer alan ifadeye göre; “görev, hırsızlıktan önemlidir” diyor. Tandoğan Koparal’ın çete faaliyetlerini “görev” olarak değerlendiriyor. Demek ki, bu “görevi” verenler de Genelkurmay Başkanları. Onun için de bu çetecilere kimse dokunamıyor. Olaylarda yakalanan bazı Çeteci askerler de; “Biz verilen emri yerine getirdik” diyorlar.

                          “Ergenokon Operasyonları” devam ederken, emekli Albay Belgütay Varımlı’nın ölüsü, İstanbul/Göztepe’deki evinin önünde bulundu. Polis; “Varımlı’nın evinin balkonundan atlayarak intihar ettiğini” açıkladı. Kamuoyu ise, Varımlı’nın bildikleri nedeniyle Gladio Çetesi tarafından öldürülerek, olaya intihar süsü verildiği kanaatini taşıyor.

                           Bu “Lağım Çukuru”ndan beslenen sadece Koparal ve Gürses aileleri değil. Yüzlerce isim var. Bu “Çukur”dan beslenenler var oldukça, bu “Çukur” deşilmeden Türkiye; “terörden, kandan, gözyaşından, faili meçhul cinayetlerden, fuhuştan, uyuşturucudan ve hırsızlıktan” kurtulamaz.

                           Sivas’taki bu çete faaliyetleri daha önce Sivas’ta görev yapan; savcı Ömer Kaya, hakim Atilla Kaya, polis müdürü Zekasi Serici, Binbaşı İlhan Ertekin, Astsubay Şükrü Anafarta, Komiserler; Hüseyin Demirel, Mehmet Ali Adıyaman, Mehmet Bağır Akkamış, polis memurları; İsa Elmas ve Tahir Albayrak gibi isimler tarafından örgütlendi ve halen devam ediyor. Bu isimler sadece benim tesbit edebildiklerim. Yüzlerce isim var.

                          1990’lı yıllarda; Zekai Serici ile birlikte Sivas’ta Çete faaliyetleri yürüten, Sivas Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık Şubesi Komiseri Hüseyin Demirel ismi, 1978 yılında  Ankara’da işlenen “Bahçelievler Katliamı’nda da geçiyordu.

                           Darbecilerin Türkiye’yi, 12 Eylül Darbesi’ne hazırladıkları yıllarda; Solcu gençler ile Sağcı gençler birbirleri ile vuruşturuluyorlardı. Bu vuruşturma sırasında; 9 Ekim 1978 tarihinde Ankara/Bahçelievler’de 7 TİP’li genç öldürülmüştü.

                          Bu olayı soruşturan, Ankara Emniyet Müdürlüğü Başkomiseri Zeki Kaman ve Komiser Oktay Dürüst; olayı tertipleyen Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı’nın arkasında Hüseyin Demirel’in olduğunu da tesbit etmişlerdi.

                         Kaman ve Dürüst basına yaptıkları açıklamada şöyle diyorlardı; “Bu olayda çok önemli bir sanık var, Çatlı’nın patronudur, Savcı Doğan Öz cinayetine de karıştı. Adı Hüseyin Demirel. Bir türlü yakalayamadık…”

                           1978 yılında Çatlının patronluğunu yapan, Hüseyin Demiel’in, 1990’lı yıllarda, Sivas’ta Zekai Serici’nin “çete arkadaşı” olan Hüseyin Demirel olduğu iddia ediliyor. Peki, Hüseyin Demirel, Çatlı’nın patronluğunu yaparken, Zekai Serici ne iş yapıyordu?

                           Jandarma İstihbaratçısı  Astsubay Şükrü Anafarta, Zekai Serici ile birlikte Sivas’tan Burdur/Bucak’a gönderildiler. Şükrü Anafarta’nın Bucak’taki çete faaliyetleri ise; “JİTEM’ci Abdülkadir Aygan’ın anlatımlarından oluşan ve Timur Şahan-Uğur Balık tarafından yazılan ‘İTİRAFÇI’ isimli kitapta yer alıyor. O kitapta, Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Dairesi Başkanı Ali Akgöz’ün ismi de geçiyor. Okumanızı tavsiye ediyorum.

                            Savcı Ömer Kaya, hakim Atilla Kaya, polis müdürü Zekai Serici, Komiser Mehmet Bağır Akkamış ve bunlarla bağlantılı çalışan o dönem Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Şükrü Kaya çetenin “93 Muhacirleri’nin Karslılar”  koluna aitler. Bu şahıslar aynı zamanda o dönem Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürü olan Abuzer Duran ile de irtibatlı çalışıyorlardı.

                             Bir görüşmemizde; Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş, “Abuzer Duran’ın ‘askerlerin adamı’olduğunu” söylemişti. Temaslarım sırasında, bu ilişkilere ben de tanık olmuştum. Abuzer Duran, bu “derin ilişkileri” sayesinde, Adalet Bakanlığı’nda “gölge bakan” olarak tanımlanıyordu.

                              Bir tarihte, Adalet Bakanı Cemil Çiçek’i ziyaret etmiş, bir çete dilekçesi sunmuş, “Abuzer Duran Gladio’nun elemanı, bunu görevden alın” dediğimde; Cemil Çiçek; “O iş benim bileceğim iş” diyerek bozulmuştu.  Ne o dilekçem hakkında bir işlem yapmış, ne de Abuzer Duran’ı görevden alınmıştı. Abuzer Duran, Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’nden, Cezaevleri Genel Müdürlüğü koltuğuna oturtulmuştu. Ben, Cemil Çiçek’in, bir “Devlet Madalyası”da Abuzer Duran’’a takmasını beklerken, Cemil Bey, Adalet Bakanlığı’ndan, Başbakan Yardımcılığı’na terfi ettirildi.

                           Kürt kökenli Adıyaman/Gerger’li Abuzer Duran’ın aynı zamanda, uyuşturucu kaçakçısı oldukları iddia edilen Malatya/Pötürgeli “ Abuzer Uğurlu ve Kardeşleri” ile de  bağlantılı olduğu iddia ediliyordu. Abuzer Uğurlu ve Bekir Çelenk  isimleri Abdullah Çatlı, Mehmet Ali Ağca gibi “ülkücü” tetikçiler ile de anılıyor,  Abdi İpekçi cinayeti ve Papa suikstında da isimleri geçiyordu. Bu konularda; Uğur Mumcu, kitaplarında önemli bilgi ve belgeler sunuyor.

                          Abdullah Öcalan’ı yargılayan Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanı Turgut Okyay’da Abuzer Duran’ın hemşehrisi. O’da Adıyaman/Tut doğumlu. Öteden beri Devlet Güvenlik Mahkemelerini askerlerin kurdurduğu ve yönettiği iddia edildi. Abdullah Öcalan yargılanırken, O’na; askerlerle olan ilişkileri, PKK’yı kimin kurdurduğu ve yönettiği, Türkiye’de PKK üzerinden sürdürülen iç savaşta; organize edilen cinayetlerden, terör olaylarından kendisinin haberinin olup olmadığına dair hiçbir soru sorulmaması kamuoyunun dikkatini çekti. Turgut Okyay’ın da, “askerlerin adamı” olduğu iddia ediliyor. Turgut Okyay, “Öcalan’ı yargılayan hakim” propogandası ile; CHP’den, MHP’den ve Vatan Partisi’nden milletvekili adayı oldu.

                      Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Şükrü Kaya’nın, “Albay Tandoğan Koparal, kız kardeşi, babası Şükrü Koparal, Şükrü Gürses ve Bayram Tekeli” gibi isimlerin  Ankara/Batıkent’te ağlarına düşürüp, uyuşturucu vererek pazarladıkları bazı kadın ve kızları Adalet Bakanlığı’nda bazı bürokratlara ‘pazarlayarak’ onları şantaj altına aldığı” iddia ediliyordu. “Kadın ve şantaj” Gladio’nun önemli silahlarından biri. Bu konuyu soruşturan Adalet Bakanlığı müfettişleri bu iddiaların doğru olduğunu tesbit etmişlerdi. Bu soruşturmayı yürüten müfettişlerden birisine, “bu iddialar doğru mu? Diye sormuştum. Müfettiş, “maalesef doğru” demişti. Bu soruşturma sonunda; Şükrü Kaya, Adalet Bakanlığı’ndan ayrılarak, Dış Ticaret Müsteşarlığı’na geçmişti. Orada neler yaptığını bilmiyorum.

                      Sivas’ta yürütülen fuhuş, uyuşturucu ve hırsızlık faaliyetlerinde, Alibaba Mahallesi’nde bulunan Şehit Rüstem Demirbaş Polis Merkezi “üs” olarak kullanılıyor. Seyrantepe Mahallesi, Mızrap Sok, 39 Evler, C-2 Blok, No:2/2 adresinde ikamet etmekte olan Metin/Nazlı Demirbaş çiftini; fuhuş, uyuşturucu ve hırsızlık faaliyetlerinde kullanıyorlar. Metin/Nazlı Demirbaş çifti de bu karakoldan yönetiliyorlar. Sivas’ta çıkarılmak istenen Alevi-Sünni çatışmalarının fitili de bu “Polis Merkezi”nde ateşleniyor.

                        Yukarıda satırbaşları ile anlattığım  çete faaliyetlerini defalarca; Sivas Valiliği’ne ve Cumhuriyet Başsavcılığı’na, Ankara Valiliği ve Cumhuriyet Başsavcılığı’na, Adalet ve İçişleri Bakanlıkları’na, Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı’na şikayet ve ihbar etmeme rağmen, bu çete hakkında en ufak bir yasal işlem yapılamadı. Halen bu faaliyetler devam ediyor. Hiçbir hükumet bu faaliyetleri durduramıyor.

                           Bu dilekçelerle yetinmedim. “Ankara Çetesinin Vatan Kurtarma Operasyonları” ve “Çetenin Kimliği” isimlerinde iki adet kitap yazarak bu çetenin organize ettiği olayları kamuoyunun gündemine taşıdım. Bu kitapların basında ve kamuoyunda geniş yankı yapması üzerine, Çeteciler paniğe kapıldılar. Bu kitaplarımı toplatma kararı aldırdılar.

                            “Ankara Çetesinin Vatan Kurtarma Operasyonları” isimli kitabıma, o dönem Sivas Adliyesinde görev yapan hakime Hülya Derinöz’ü kullanarak toplatma  kararı aldırdılar. Hülya Derinöz’ün eşi de Sivas adliyesinde savcı olarak görev yapıyordu. Her ikisinin de çete tarafından kullanıldıkları iddia ediliyordu.

                             “Çetenin Kimliği” isimli kitabıma ise, Eski Kent-Koop Genel Başkanı, günümüzün siyasetçisi Murat Karayalçın ve o dönemdeki Kent-Koop Genel Başkanı Muammer Niksarlı’nın suç duyurusu üzerine; Ankara adliyesinde görevli hakim Erdal Işık’ı kullanarak toplatma kararı aldırdılar. Hakim Erdal Işık, daha önce Sivas adliyesinde görev yapmıştı. Bazı çete dosyalarını kapatmıştı, çeteci polislerden; İsa Elmas ve Tahir Albayrak’ı aklamıştı. Ankara adliyesinde de karşıma çıkması tesadüf değildi. Orada da kullanıldığı anlaşılıyordu.

                          Daha sonra kitaplarım hakkında yapılan yargılamalarda; toplatma kararlarının hukuka aykırı olduğu tesbit edildi ve kitaplarım üzerindeki toplatma kararları kaldırıldı.

                        Murat Karayalçın’ın da, Gladio ile bağlantısının olduğu, Batıkent’teki  bu çetecilerin, Murat Karayalçın’ın Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde birçok işyeri, dükkan ve büfe kazandıkları , Murat Karayalçın’a ‘rant’ aktardıkları, araçlarıyla, sermayeleri ile siyasi destek verdikleri iddia ediliyordu. “Koparal ve Gürses ailelerinin Batıkent’te birçok işyeri mevcuttu.

                        Kitabım hakkımda, Ankara adliyesine suç duyurusunda bulunan kişilerden biri de CHP’li “meşhur” Halit Toraman idi. Halit Toraman ve kardeşleri, Kent -Koop’ta Murat Karayalçın’ın ekibinden idiler. Kent-Koop’un rantından yararlanarak, siyasete soyunmuşlardı. Halit Toraman ve kardeşlerinin   Batıkent’te gerçekleştirdikleri iddia edilen bazı “kooperatif yolsuzluklarını” kitabımda dile getirmiştim. Halit Toraman bundan rahatsız olmuştu.

                       Halit Toraman, Ankara Cumhuriyet Baş Savcılığına vermiş olduğu dilekçesinde; “Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nazmi Bilgin’in kendisini telefonla araması neticesinde, kitabımdan haberdar olduğunu ve okuduğunu, kendisine basın yoluyla hakaret ettiğimi” belirtiyor, Nazmi Bilgin ve Halit Oral’ı da tanık olarak gösteriyordu. Halit Toraman ile Nazmi Bilgin arasında ne tür ilişkiler vardı, onu bilemiyorum.

                       Sivas Madımak Oteli’nin yakılmasından sonra; bu çete hakkında bir yazı hazırlamış, Ankara’da gazete ve televizyon bürolarına dağıtıyordum.

                       Uğradığım kanallardan biri de ‘Kanal D’ idi. Tanımadığım, yazıyı eline verdiğim muhabir, yazıya şöyle bir göz gezdirip, Madımak Oteli’nin yakılması bölümüne gelince, şaşırdı, yüzüme baktı, “hayret dedi.” Ve bana dedi ki; “Madımak Oteli yakıldıktan sonra bize bazı kişiler geldiler, bir iddia anlattılar, dediler ki;

                      ‘Madımak Oteli yakılmadan önce, Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı Murat Karayalçın’a bir yerlerden emir gelmiş’; ‘Karşıyaka mezarlığında çok sayıda mezar hazırlat, Sivas’ta olaylar çıkacak, çok sayıda insan ölecek, cenazeleri uçaklarla Ankara’ya taşıyacağız.’”

                     Muhabirin bu anlattıklarına şaşırdım, muhabir’e, “bunu neden haber yapmadınız” dediğim de; “ bu iddiayı ispatlayamazdık, onun için haber yapamadık” dedi. Muhabire adını sorduğumda; “Göksel Polat” dedi.

                       Murat Karayalçın’a böyle bir talimat gelmiş miydi? Bu talimat üzerine mezarlar hazırlatmış mıydı? Bunları bilemiyorum. Fakat, Madımak yangını sonrasında, Sivas’ta binlerce  insanın öleceğinin, kanlı bir Alevi-Sünni çatışmasının planlandığını biliyordum. Murat Karayalçın’ın da Sabetayist kökenli olduğu iddia ediliyordu. Ankara’da, “Amerikan Haberler Merkezi’nde telefon operatörü” olarak çalışmıştı. Bunu kendisi de açıklamıştı. Aceba, o tarihlerde “GLADİO kadrosu”na mı alınmıştı? Bugün, artık Derin Devlet kadrolarının mason ve sabetayist kökenli kişiler arasından “özenle” seçildiğini biliyoruz…

                       Bütün bunlara rağmen, Murat Karayalçın’ın, Madımak katliamı sonrasında da; Pir Sultan Abdal Derneği ile ilişkileri devam ediyordu. Hatta, Sivas’a gelip, “Madımak katliamı telin mitingleri”ne de katılıyor, “Madımak Katliamı”nın “Siyasi” rantından yararlanmaya çalışıyordu.

                        13 Şubat 2009 tarihli Yenişafak gazetesinin manşetten verdiği bir haberde, Emekli Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın bir “ortam dinleme kasedi”nde, Karadayı, “Encümen-i Daniş” adında bir başka “gizli örgütlenmeden” bahsediyor ve bu örgütün üyelerini şöyle sayıyordu; “Fethi Çelikbaş, Bülent Ulusu, Murat Karayalçın, İlter Türkmen, Necdet Üruğ, Necdet Öztorun, Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Şener Eruygur.”  İsmini ilk defa duyduğum, bu “Encümen-i Daniş” örgütü de, acaba, bir “Mason Yapılanması” mı idi?

                       30- Sivas milletvekili Abdüllatif Şener, “Ankara Çetesinin Vatan Kurtarma Operasyonları” isimli kitabımı gerekçe göstererek 7.12.2000 tarihinde; Başbakan Bülent Ecevit ve İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın cevaplandırması amacıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na iki adet soru önergesi vererek; Sivas Madımak Otelinin yakılmasında bir “ANDIÇ” var mı? Ve Salman Yüksel ve aile fertlerine yapılan hakaretleri önlemeyi düşünüyor musunuz? Diye sorular sordu. Bu önergelere rağmen de Gladio çetesinin üzerine gidilemedi.

                       Fakat, bu önergeler Abdüllatif Şener’e pahalıya mal oldu. O’nun aktif siyasetin dışına itilmesini sağladı. Aynı akibet, Sivas milletvekili Mahmut Işık’ın başına da geldi. Mahmut Işık, Gladio’nun üzerine fazla gidince, önce O’nu öldürmek istediler, başaramayınca, Deniz Baykal’a, O’nu aktif siyasetin dışına ittirdiler.

                        31-Bu çetenin faaliyetleri ile ilgili olarak 06.09. 1990 günü Sivas basın organlarına bir basın açıklaması dağıttım. O tarihte Anadolu gazetesinde çalışan “meşhur” Fikret Ünsal, bu basın açıklamamın bir suretini Sivas 1.Şube Müdürü olan ve çetenin önemli elemanlarından biri olan Zekai Serici’ye verdi.; bununla da kalmadı, tanıklık yaptı.

                          Zekai Serici, yayınlanmayan bu basın açıklamam üzerine; gazeteci Fikret Ünsal, Sivas Milli Eğitim Müdürü Hakkı Mezararkalı, İlköğretim Müfettişi Ahmet Şimşek, vali yardımcısı Mehmet Nuri Gül ve vali Bekir Aksoy’u kullanarak; “basına açıklama yaptığım gerekçesi” ile, bana “bir yıl kademe ilerleme cezası ve Yozgat iline sürgün” cezası verdirdi. Sivas’ta öğretmen olarak çalışırken çocuklarımı Sivas’ta bırakarak Yozgat’a gittim ve göreve başladım. Sivas İdare Mahkemesi’ne açmış olduğum iki adet dava lehime sonuçlandı. Bu cezalardan kurtuldum. Tekrar Sivas’a döndüm

                             Fikret Ünsal’ın bu “hizmeti” karşılığında; önce Anadolu gazetesi sahibi Nihat Doğan’a “baskı yaparak” Anadolu gazetesini Fikret Ünsal’a devrettirdiler, Fikret Ünsal’ı gazete sahibi yaptılar. Daha sonra vali Aydın Güçlü’yü devreye sokarak, Özel İdare’ye ait, Kangal balıklı kaplıcalarının 40 (kırk) yıllık işletme hakkını Fikret Ünsal ve kardeşine devrettirdiler. O tarihlerde Encüman azası olan bazı kişiler bana; “Kangal Balıklı kaplıcalarının Ünsal’lara verilmesi için Aydın Güçlü’nün kendilerine baskı yaptığını” açıkladılar. Bu kaplıcalar zaman zaman soruşturma konusu oldu. Bir sonuç alınamadı.

                          O tarihlerde, İçişleri Bakanlığı’nda görüştüğüm bir müfettiş bana şöyle diyordu; “Aydın Güçlü, askeri okul mezunu, başka diplomalar almış mı bilmiyorum ve askerlerin adamı, bu kişiyi nasıl vali yapmışlar, kim yapmış, bilmeceyi çözemiyoruz…” Bu müfettiş, galiba Sabetayist Tarikatı’nın “gizli kuralları”nı bilmiyordu. Bu gizli kurallar”, ölmüş adamı bile Orgeneralliğe yükselttiriyordu.

                          Madımak Oteli’nin yakılmasından sonra, Aydın Güçlü’nün vali, Muammer Öz’ün ise Emniyet Müdürü olarak Sivas’a Gladio tarafından “özel olarak” gönderildikleri iddia ediliyordu. Aydın Güçlü, CHP’lilere, “Atatürkçü vali” olarak lanse edilmişti. Bu, “Atatürkçü vali” benimle makamında “çete pazarlığı” yapıyordu. “Özel İdarenin paraları ile Ankara’da ev aldığı” iddia ediliyordu.

                          İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, vali Aydın Güçlü ve Celalettin Cerrah’ın, çete bağlantılarını tesbit edip, ikisini de görevden aldı. Bir görüşmemizde, Sadettin Tantan şöyle demişti; “Sivas’ta çete yapılanması karakollara kadar uzanıyor, senin istediğin şekilde bir temizlik yapabilmem için, Sivas Emniyet teşkilatını tümden değiştirmem gerekiyor, şimdilik vali ve emniyet müdürünü görevden aldım..”

                        Sadettin Tantan çetenin üzerine gidince, O’nu da İçişleri Bakanlığı’ndan aldırdılar. Yerine, Gladio ile bağlantısı olduğu iddia edilen Rüştü Kazım Yücelen’i İçişleri Bakanı yaptılar. Yücelen’i kullanarak Celalettin Cerrah’ı ikinci kez Sivas’a Emniyet Müdürü olarak gönderdiler. Aydın Güçlü, merkez valiliğinden, Kütahya valiliğine atandı. Ak Parti, Aydın Güçlü’yü Kütahya valiliğinden uzaklaştırmak almak için epey uğraştı.        

                         Madımak Oteli’nin yakılmasından sonra da Fikret Ünsal’ı kullanmaya devam ettiler. Bu çetenin üzerine kim gittiyse, onun  karşısına Fikret Ünsal’ı diktiler. Bu çetenin üzerine giden Sivas milletvekili Mahmut Işık ile Fikret Ünsal mahkemelik oldu.

                         Fikret Ünsal, “Figüran Aziz Nesin” adında bir broşür bastırarak; Sivas Olayları’nın ve Madımak Katliamı’nın perde gerisindeki “Gladio çetesini gizleyerek, Madımak Katliamı’nın faturasını Aziz Nesin’e çıkardı.  Oysa, Aziz Nesin’in, Sivas’a getirilme “organizasyonu”nun perde arkasında da Gladio vardı.

                        Abdullatif Şener, benim kitabım hakkında soru önergesi verince, O’nun karşısına da Fikret Ünsal dikildi. Fikret Ünsal, -nedense- “Sivas Olayları”nın perde arkasının aydınlatılmasından, Gladio’ya ulaşılmasından çok korkuyordu.

                        Zekai Serici; bana ceza verdirdikten sonra, yine Vali Bekir Aksoy ve vali yardımcısı Hasan Gürsoy’u kullanarak kendisini aklattı, Sivas’tan Burdur/Bucak’a Emniyet müdürü olarak atandı.

                      Vali Bekir Aksoy’u, “ödüllendirip” 1993 yılında İçişleri Bakanlığı Müsteşarı koltuğuna oturttular. Bu çete ile bağlantısı olduğu iddia edilen Mehmet Ağar’da o dönemde Emniyet Genel Müdürü idi. Mehmet Ağar-Bekir Aksoy ikilisinin İçişleri Bakanlığı’nın “tepe noktas”ında bulunduğu 1993 yılında; “Ankara’da Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’i ve gazeteci-yazar Uğur Mumcu’yu öldürdüler, Sivas Madımak Oteli ve Başbağlar katliamlarını gerçekleştirdiler, Bingöl’de 33 askeri şehit ettiler. Bütün bu cinayetlerde bahsettiğim bu çetenin kanlı parmak izleri vardı.

                  1993 yılında, bir taraftan bu cinayetlerle bir “Kaos Ortamı” yaratırken, bir taraftan da, siyasette de bir “Dizayn Hareketi” yaptılar; Özal’ı öldürdüler, Mason Süleyman Demirel’i Cumhurbaşkanı, Sabetayist kökenli ve Amerikan vatandaşı olduğu iddia edilen Tansu Çiller’i de  Başbakan koltuğuna oturttular. Tansu Çiller’in yardımcılığına da Erdal İnönü’yü getirdiler.

                  Kanlı “1993” yılının Baş Paşası, adı “Tak-Şak Paşa”ya çıkan, Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’i de emekli olunca, Tansu Çiller milletvekili seçtirdi.

                   Pir Sultan Abdal  Derneği yöneticileri Ali Balkız ve Murtaza Demir; Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ve O’nun danışmanı Sivas valisi Ahmet Karabilgin’e güvenerek, 1993 yılında; Pir Sultan Abdal etkinliklerini Sivas merkezinde düzenlediler ve Madımak Oteli’nde yakıldılar.

                Yesevizade; “İsmet İnönü’nün eşi Mevhibe İnönü’nün de Sabetayist kökenli olduğunu, ‘İnönü kardeşler’in dayılarının İsrail’de yaşadığını” iddia ediyor.

                Aleviler, Sivas’ta etkinlik düzenlerken; Erdal İnönü’nün Kültür Bakanı Fikri Sağlar’da, “Alevilere jest olsun” diye,  bir, Pir Sultan Abdal büstü hazırlatarak, Sivas’a gönderdi. “Açılışa katılacağı” açıklandığı halde, kendisi Sivas’a gelmedi. İşin ilginç tarafı ise Pir Sultan Abdal büstünü Sivas’a getiren kamyonun şoförünün, büst yüklü kamyonu götürüp, Refaf Partisi il binasının önüne park etmesiydi. Bu, planlı bir tahrik miydi?

                 “İlişkiler yumağı”na ışık tutması amacıyla bir “kaset öyküsü”ne de kısaca değinmek istiyorum;

                  Başbakan Mesut Yılmaz;”Susurluk’u çözmezsem Başbakanlık bana haram olsun” diyerek, büyük bir laf etti.; Kutlu Savaş’ı görevlendirerek, “Susurluk Kazası”nı inceletti, bir rapor hazırlattı.

                   Mesut Yılmaz, az da olsa, karınca kararınca, Susurluk’un üzerine gitmeye çabalarken, CHP milletvekili Fikri Sağlar’a Gladio elemanları tarafından bir “kaset” gönderildi. Kasette, “Türkbank ihalesinde; Alaattin Çakıcı’nın Korkmaz Yiğit lehine bazı işadamlarını tehdit ettiği” anlatılıyordu. Amaç, Mesut Yılmaz’ı istifa ettirmekti.

                     Kasetin basında yankı yapması üzerine, Mesut Yılmaz köşeye sıkıştı. Bu kasetten yararlanan, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Mesut Yılmaz’ı istifaya zorlamak için, CHP milletvekillerinden bir heyet oluşturarak, Mesut Yılmaz’ın makamına gönderdi. Bu heyetin içinde Fikri Sağlar’da vardı. Heyet, Mesut Yılmaz ile görüştü, Mesut Yılmaz, CHP heyetine istifa edeceğini söyledi. Heyette bulunan bir CHP milletvekili olayı şöyle anlattı;

                      “Mesut Yılmaz ile görüştük, istifayı kabul etti. Başbakanlıktan ayrıldık, aracımızla dönerken, Fikri Sağlar aracın içinde, hemen kendisine kaseti gönderenleri telefonla arayarak; Mesut Yılmaz’ın istifa edeceğini müjdeledi, uzun uzun görüştü. Bu manzarayı izlerken kanım dondu, şaşırdım, beynimde bazı sorular oluştu, acaba kullanıldık mı? Diye düşündüm.”

                          Emniyet Genel Müdürlüğü, Emekli İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun, “İn” adında bir kitap yazdı. Sabri Uzun, bu kitabında; “Fikri Sağlar’a kaseti, Fethullah Gülen Cemaati’ne mensup, polislerin gönderdiğini” iddia ediyor.

                         Kaderin cilvesine bakın ki, Deniz Baykal’da, bir “Seks kaseti” darbesi ile CHP Genel Başkanlığı’ndan uzaklaştırıldı. Hala, milletvekilliğini bırakmak istemiyor, herhalde milletvekilliğinden de bir “kaset darbesi” ile uzaklaştıracaklar. Tesadüfe bakın ki, Deniz Baykal’ın, “Seks kaseti”ni de, Gülenci polislerin hazırladığı iddia ediliyor. Güler misin, ağlar mısın? Nasıl bir ülke burası? Kimin eli, kimin cebinde?

                            Peki, Deniz Baykal’ın kökeni ne? Bu soruya da, gazeteci Zeynep Miraç’ın bir makalesinden bir iki cümle ile cevap verelim; “Deniz Baykal’ın babası Hüseyin Hilmi Kafkas kökenlidir. Baykal, 27 Mayıs Darbesi’ndeki önemli öğrenci olaylarında görev aldı. ‘Rockefeller bursu’ ile ABD’ye gitti. Bülent Ecevit tarafından CHP’ye alındı…”( 21 Şubat 2016 tarihli Cumhuriyet gazetesi) Büyük ihtimalle, Baykal’da Sabetayist Tarikatı mensubu.

                     32- “Çetenin Kimliği” isimli kitabım yayınlanınca; Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, evime bazı polisler göndererek, bir süre benimle çete pazarlığı yaptı. Bu “pazarlık”tan sonuç alamayınca; vali Mehmet Lütfullah Bilgin, vali yardımcısı Mehmet Oduncu ve valinin özel kalem müdürü polis şefi Uğur Öztürk’ü kışkırtarak kendisi ile birlikte, Sivas adliyesinde alehimde 4 adet tazminat davası açtırdı. Vali Mehmet Lütfullah Bilgin ve vali yardımcısı Mehmet Oduncu’nun davalarını Sivas 1. Asliye Hukuk Mahkemesi Hakimesi H. Hülya Keş, Celalettin Cerrah ve Uğur Öztürk’ün davalarını ise Hakime Belgin Kuş alehimde sonuçlandırarak beni tazminat ödemeye mahkum ettirdiler.

                         Bu dörtlünün avukatlığını, avukat Yüksel Köse yürütüyordu. Yüksel Köse, daha önce, Madımak sanıklarının da avukatlığını yürütüyordu.

                        Bir süre de bu davaları bana karşı bir baskı şantaj ve pazarlık aracı olarak kullandılar. Pazarlıkları; Hakime Belgin Kuş’un eşi savcı Halil İbrahim Kuş ile, Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah yürüttüler. Yine, sonuç alamadılar. Bu davalar da Yargıtay tarafından bozularak lehimde sonuçlandı.

                       Uğur Öztürk, o tarihlerde, Sabetayist kökenli olduğu iddia edilen vali Mehmet Lütfullah Bilgin’in özel kalem müdürlüğünü yapıyordu. Valinin “sırdaşı”olduğunu, aynı tarikattan olduğunu, gittiği illere beraber götürdüğünü, Gladio elemanı olduğunu iddia ediyorlardı.

                       Kim devreye girdi ise, Uğur Öztürk, 2014 yılında Ak Parti Hükumeti tarafından Giresun’a Emniyet Müdürü olarak atandı.  

                       33-07 Mart 2005 tarihinde bu çete ve çetenin lideri konumundaki Albay Tandoğan Koparal hakkında Milli Savunma Bakanlığı’na bir dilekçe vererek, “bu çete faaliyetlerinin durdurulmasını ve bu çete elemanları hakkında yasal işlem yapılmasını istedim.

                       Bu dilekçem üzerine; 103 Numaralı Özel Müfettiş sıfatı ile Dz.P.Kd. Albay Turgay Balkan Sivas’a gelerek ifademi aldı. Sivas Seyrantepe Mahalle Muhtarlığı’nda ifade verirken, yanında İstihbarat subayı Binbaşı İlhan Ertekin’de vardı. İlhan Ertekin o tarihlerde; Sivas Tugay Komutanlığı’nda görevliydi ve bu çete faaliyetlerinin başındaki önemli isimlerden birisiydi. Bu dosyayı da kapattılar.

                          Bu dilekçem ve bu ifademden dolayı paniğe kapılan Binbaşı İlhan Ertekin, Seyrantepe Mahallesi’nde ikamet eden Metin Demirbaş kanlıyla, Seyrantepe Mahallesi’nde tüp bayiliği yapan Yüksel Bora isimli şahsı tuzağa düşürttü, bu şahsa uyuşturucu vererek, ayarladıkları bir kamyonu, yolda seyir halindeyken arabamın üzerine sürdürdüler, trafik kazası süsü vererek beni öldürmek istediler. Bu kazadan kıl payı kurtuldum. Susurluk’ta uyguladıkları yöntemi bana karşı da uygulamak istediler.

                           Bu olayda başarı sağlayamayan Binbaşı İlhan Ertekin, bağ evime gece iki defa JİTEM ajanlarını göndererek beni kaçırtıp, öldürmek istedi. Kapıyı açmamam üzerine, bunda da başarı sağlayamadı. Bu olaylar üzerine Sivas Valiliği ve Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapmış olduğum müracaatlarım da Savcı Mehmet Güncan tarafından kapatıldı.                                                                       

                            Yukarıda satırbaşları ile bir kısmını açıkladığım çete olayları hakkında; Sivas valiliğine ve Cumhuriyet Başsavcılığına, Ankara valiliği ve Cumhuriyet Başsavcılığına, Milli Savunma Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı’na, Genelkurmay Başkanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı’na değişik tarihlerde defalarca ihbar ve şikayette bulundum. İşte bu ihbar ve şikayetlerim nedeniyle 1988 yılından beri bu çete elemanlarının boy hedefi oldum. Şahsım, aile fertlerim, yakınlarım adeta “abluka altına” alındı. 

                                                                                                                Salman Yüksel